14 Haziran 2009 Pazar

Muhammed İqbalden güzel bir söz

Allah’ın bize verdiği tek isimden,İslam Milleti isminden türk, kürd, arab, fars, peştun vs.diye,yüzlerce millet icad ettik..Halbuki, bizler tevhîd gülistanı’nda,çeşitli renklerde açan güller ve aynı şarkıyı çeşitli dillerde şakıyan bülbüller olmalıydık..’
-Muhammed İqbal-

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Saadetten ilginç röportaj


Cumhuriyet'ten büyük sürpriz
Cumhuriyet'ten büyük sürpriz
Cumhuriyet Gazetesi bir zamanlar savaş açtığı Milli Görüş'e Numan Kurtulmuş sonrası kuçak açtı.

İŞTE CUMHURİYET'TEKİ O HABER VE O SAYFANIN ORJİNALİ:

‘Bu atmosfer korku cumhuriyetine götürür’

Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, kendi telefonlarının, bulunduğu ortamların dinlendiğini söyledi.

Saadet Partisi (SP) Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, kendi telefonlarının da dinlendiğini tahmin ettiğini belirterek “Biliyorum, bütün telefonlarımın, bulunduğum ortamların dinlenmiş olması ne yazık ki artık sıradan olay haline gelmiştir” dedi. Hükümette “kabine depremi” olduğunu, Başbakan’ın “as oyuncularını” sahaya sürdüğünü dile getiren Kurtulmuş, hükümet için “maçın kritik dakikalarının” başladığını söyledi. Hükümetin dış politikada “sıfır sonuç” elde ettiğini anlatan Kurtulmuş, ekonomide de “Türkiye’de tezgâhın dağıldığını” vurguladı.

SP Genel Başkanı Kurtulmuş’a yönelttiğimiz sorular ve yanıtları şöyle:

- Yerel seçimlerde önemli bir çıkış yakaladınız. Bu sonucu neye bağlıyorsunuz? Hangi partilerden oy aldınız?

- SP 26 Ekim 2008’de bir kongre yaptı. O kongreyle birlikte ben göreve geldim. Hemen arkasından bizim SP’nin yeni yönetimiyle, izlediğimiz yeni siyaset anlayışı, kullandığımız üslup, içerik ve kampanya sırasında ortaya koyduğumuz “Fark var” sloganıyla siyasi duruş ve muhteva çok geniş kesimlerin ilgisini çekmeye başladı. Belki 40 yıllık Milli Görüş hareketi içerisinde ilk sefer toplumun geniş kesimleri önyargısız bir şekilde bizi dinledi. Tahmin ediyorum bu siyaset yapma tarzı üslubu da milletimiz tarafından benimsendi. Millet bir işaret fişeği attı. Bu seçimde tohum ektik, ben önümüzdeki seçimde hasadı toplayacağımızı düşünüyorum. SP son yerel seçimde 5.2 oranında oy aldı. Ben bütün partilerden oy aldığımızı düşünüyorum. Hatta siyasete ilgisiz olan kesimlerden de oy aldığımızı düşünüyorum. Zaten ciddi kamuoyu şirketlerinin yaptığı seçim sonrası analizlerinde de SP’ye oy verenlerin yüzde 70’i hayatlarında ilk kez SP’ye oy veriyorlar. Oyumuzu 820 binden 2 milyon 61 bine çıkarmışız. Demek ki 1.5 milyon kişi ilk sefer bize oy veriyor.

‘Adalet Bakanı’nın demeci talihsizliktir’

- Son dönemde gündemde olan bir konu da telefon dinlemeleri. Siz de telefonlarınızın dinlendiği konusunda bir endişe duyuyor musunuz?

- Hiçbir endişe duymuyorum. Biliyorum, bütün telefonlarımın, bulunduğum ortamların dinlenmiş olması ne yazık ki artık sıradan olay haline gelmiştir. Böyle bir şey olabilir. Yani bunu normal karşılıyorum manasında söylemiyorum, yani böyle olmuş olmasını tahmin ediyorum. Ama tabii esas üzerinde konuşulması gereken, nasıl faili meçhul bir insanlık suçuysa, bir insanın mahremine girerek onun telefonunu, evini, arabasını dinlemek de insanlık suçudur. Bu millet hiçbir kamu görevlisine, hiç kimsenin evini, arabasını, işyerini, çalışma ofisini, efendim telefonlarını dinleme hakkını vermiyor. Varsa ihtiyacın, gidersin mahkemeden alırsın dinleme yetkisini ve insanları yasal kayıtlar altına alarak dinlersin. Bu bir antidemokratik yapılanmanın tezahürüdür. Böyle bir devlet yapısı, bir polis devleti yapılanmasının sonucudur. Böyle bir atmosfer insanları ancak bir korku cumhuriyeti içerisine götürür. Ama çok ilginci bu işlerle ilgili sorumlu mevkide bulunan insanların, örneğin eski Adalet Bakanı’nın “Evet Türkiye’de 70 küsur bin kişi dinleniyor” gibi bir demeç vermesini de gerçekten Türkiye siyaseti adına çok büyük bir talihsizlik olarak karşıladım.

Erdoğan son kozunu oynuyor

AKP’nin yanlış ekonomi politikaları izlediğini söyleyen Kurtulmuş, bunun Türkiye’ye pahalıya malolduğunu belirtti. Kurtulmuş, aktif dış politikaya karşın sonucun ‘sıfır’ olduğunu ifade etti

- Hükümet için ‘maçın kritik dakikaları başladı’ dediniz. Biraz açar mısınız?

- Bir tanesi Türkiye’nin ekonomi politikalarında izlediği yoldur. Yani son 7 yıldır iktidarda bulunan AKP kendisine Kemal Derviş tarafından miras bırakılan, dışa bağımlı, Türkiye’yi tamamen neoliberal politikalar çerçevesinde, küresel finans kapitalizminin üzerinde işlem yaptığı bir ülke haline getiren yanlış ekonomi politikalarını izledi. Bunun sonucu olarak Türkiye’de bugün tezgâh dağıldı, toplumun bütün kesimleri üretim kabiliyetlerini kaybetti, alım güçleri azaldı.

Diğer taraftan Türkiye’nin özelleştirme adı altında bütün kamusal kaynakları yok pahasına elden çıkarıldı, bankacılık sektörü yabancılaştırıldı. Türkiye’de herkes borçlu hale getirildi. Şimdi bu ekonomik yapı sürdürülemez bir ekonomik yapıdır ve bu hükümetin karnesindeki en önemli, bizim açımızdan ve millet açısından, kırık not da budur. Biz Anadolu’yu karış karış dolaştık. Şu soruyu her mitingde sordum: “5 sene öncesine göre, 7 sene öncesine göre daha iyi noktadayım diyen bir arkadaşımız varsa buyursun mikrofonu veriyorum ve ben konuşmadan inerek gideceğim yere geri dönüyorum.” Toplumun çok az bir kesimi dışında hiç kimse Türkiye’nin ekonomik gidişatından memnun değildir... Krize karşı hükümetin algısı fevkalade eksik ve zikzaklı olmuştur.

İkinci önemli alan dış politikayla ilgili alandır. Dış politikayla ilgili hükümetin aktif bir dış politika izlemekte olduğunu biliyorum ve bunu takdir ediyorum. Ama bu aktifliğin sonucunun ne olduğunu da soruyoruz. Bizim yetkililerimiz gidiyor; Başbakanımız, dışişleri bakanlarımız, efendim Cumhurbaşkanımız, ilgili bakanlarımız her gün, her hafta Ankara’da birkaç tane yabancı heyeti misafir ediyoruz. Bunlar çok güzel şeyler...

Sonuç? Sonuç elde var sıfır. Aktif politika, ama sonuç almayan bir politika. Dış politikadaki önemli sıkıntılarından birisi de “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi”. Biz yıllardır söylüyoruz, bu projenin özeti Fas’tan Endonezya’ya kadar olan coğrafyayı etnik, mezhebi, dini çatışmalarla boğuşturup tamamıyla kendi kontrolü altına almak ve bu bölgede kendisine alternatif bir siyasetin oluşmasını engellemek. Bu bölgenin doğal kaynaklarına da el koymak. Ne yazık ki bu bölgeyi bölmek, parçalamak stratejisi üzerine kurulu bu Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlığını yapmak gibi bir talihsizlikle 5-6 yıllık süre geçirilmiştir. Bu kabul edilemez.

Hükümet o kadar çok Amerikan yanlısı bir politika izlemiştir ki Sayın Milli Savunma Bakanı bir muhalefet milletvekilinin soru önergesine verdiği cevapta diyor ki: “Amerikalılar Türkiye’deki üsleri kullanarak 131 bin tane uçuş yaptılar.” “Bu uçuşlardan” diyor “6 bin tanesi de içinde ne olduğu, ne taşıdığı, kimi taşıdığı ve nereye gittiği belli olmayan uçuşlardır” diyor. Resmi cevap bu. Şimdi milletin size vermediği bu hakkı, siz hangi hakla Amerikalılara kullanması için verirsiniz?

SİYASETÇİLER AĞZINI KAPATSIN

- Ergenekon davası konusundaki görüşünüz nedir?

- Ergenekon davası magazinleştirilerek tartışılamaz. Burada dört tane temel şartımız var. Bunlardan bir tanesi Ergenekon davasında hiçbir siyasetçi kendisini savcı ya da avukat rolüne koymasın. Ağzımızı bir kapatalım. Siyasetçiler ağzını kapatsın, bir. İkincisi, bu davanın bir soruşturma kısmı var, bir mahkeme kısmı var. Soruşturma ve mahkeme kısmı uluslararası hukuka uygun, insan haklarına uygun, açık ve şeffaf bir şekilde yürütülsün... Üçüncüsü, bu mahkemede iş nereye kadar gidiyorsa hiçbir önyargı içerisinde olmadan tamamen mahkemenin prensipleri içerisinde, hukukun üstünlüğü prensipleri içerisinde sorumlular kimlerse oraya kadar gitsin. Dördüncüsü, bu mahkeme vesile edilerek Türkiye’de denetlenemeyen kurum-kuruluşlar, yapılar varsa bunların milletin denetimine açılabileceği yasal ve anayasal değişiklikler yapılsın...

AS OYUNCULARI SAHADA

- Kabine değişikliğinde sizin bu yükselişinizin de etkisi olduğu söyleniyor...

- Seçim sonrasında hükümetin bir kabine değişikliğine gideceğini tahmin ediyorduk. Çünkü birçok şey yanlış gidiyordu, birçok şey artık sürdürülemez noktaya gelmişti. Bunu biliyorduk, ama bir kabine değişikliği değil, bir kabine depremi oldu. Bu kabine değişikliği aslında Sayın Başbakan’ın as kadrosunu sahaya sürmesidir, futbol terimiyle konuşmak gerekirse as oyuncularını sahaya sürmüştür. Bu aslında şu demektir: Bir teknik direktör as oyuncularını maçın kritik dakikalarında oyuna sokar. Ben hükümet için maçın kritik dakikalarının başladığını görüyorum. Yine seçimden hemen sonra yaptığım değerlendirmede: “Bu seçim AKP’nin kolay son seçimidir, SP’nin zor son seçimidir” demiştim. Seçim sonrasındaki gelişmeler de bunu ciddi şekilde ortaya koyuyor. Bu anlamda SP’nin yükselişinin hükümetin yeniden yapılandırılmasında etkili olduğu yönünde birçok tahlil var, siyasi analizler bunu söylüyor, ben de bu görüşlere katılıyorum.


11.Mayıs.2009 13:51:21

10 Mayıs 2009 Pazar

anneler gününüze lanet olsun

Anneler Günü kendini 1600'lü yıllarda İngilizler'in "Mothering Sunday" (Anneler Pazarı) kutlamalarında gösterdi. Hıristiyanlığın Avrupa'ya yayılmasından sonra "Anneler Pazarı" kutlamaları ruhani bir güç sayılan "Anneler Kilisesi" ni onurlandırmak amacıyla düzenlenmeye başlandı, doğurganlık ve inanç yine bir araya geldi.

İçinde bulundukları dönemde zor koşullar altında yaşayan ve çoğu zaman çalıştıkları yerlerde barınan İngilizler bu özel günde izinli sayılırlar ve tüm günlerini evlerinde anneleri ile geçirirlerdi. Hatta biraz da hıristiyan aleminin yortu geleneğinin etkisiyle olsa gerek "mothering cake" adını verdikleri bir tür pasta götürme adeti yerleşmişti.

Hıristiyanlığın Avrupa'da yaygınlaşmasından sonra bu kutlama, onlara hayat veren ve kötülüklerden koruyan ruhani bir güç sayılan "Anneler Kilisesi" ni onurlandırmak amacıyla değişti. Zamanla kilise festivali Anneler pazarı kutlamaları ile birleşerek, beraber kutlanmaya başlandı.

Anneler Günü resmi olarak ise ilk kez Amerika Birleşik Devletleri'nde 1872 yılında kutlandı. Şair Julia Ward Howe bundan böyle her Paskalya Yortusu'nun dördüncü Pazarı'na denk gelen tarihin kendi şehrinde Anneler Günü olarak kutlanacağını ilan etti.

Philedelphia'da yaşayan Ana Jarvis adındaki genç kız, annesinin ölüm yıldönümü olan Mayıs ayının ikinci Pazar'ının tüm eyalette "Anneler Günü" olarak kutlanmasını istedi. Politikacılara, bakanlara ve iş adamlarına kendisine yardımcı olmaları için mektup yazdı.

Jarvis'in gösterdiği gayret 1911 yılında semeresini verdi ve her yıl Mayıs ayının ikinci Pazar gününün Amerika Birleşik Devletleri'nin tüm eyaletlerinde "Anneler Günü" kutlanması hükümet kararıyla kesinleşti.

Böylece Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarının binlerce yıl önce başlattığı gelenek 20. yüzyılın başından itibaren dünya çapında kabul görmüş oldu.
Ülkemizde ise 1955 yılından beri mayıs ayının ikinci pazar gününde anneler günü kutlanıyor.

Türkiye, Danimarka, Finlandiya, İtalya, Avustralya ve Belçika'da da aynı tarih kabul edilmesine rağmen İngiltere'de ve diğer birçok ülkede Anneler Günü ulusça belirlenen değişik tarihlerde kutlanmaktadır.


http://www.milliyet.com.tr/ozel/annelergunu/tarihce.asp

5 Mayıs 2009 Salı

Laik Rejim Ve İslami Kimlik Ahmet Turgut Ulucak



Laiklikle ilgili yapılan tanımlamalara baktığımızda, bu kavram ya da düşünce biçiminin, gereği gibi ne Laikler ne de Müslümanlar tarafından doğru anlaşılamadığını görüyoruz. Laikliğin ortaya çıktığı süreçte, Fransa’da kiliseye karşı başkaldırı olarak gördüğümüz bu seküler düşünce biçiminin, bir anlamda Hıristiyan dünyasında zaten bozulmuş ve tahrif edilmiş Allah anlayışını ve Allah’ın koyduğu hükümleri tamamen ortadan kaldırmayı ve hayattan devre dışı bırakmayı hedeflediğini ve bunu başardığını görürüz. Özellikle Batı dünyasında Allah’ı hayata müdahil kılmama anlayışının, halkı Müslüman olan toplumlarda dayatılmaya çalışılan ve bir türlü yerleştirilemeyen bir baskıcı düşünce biçimi olduğunu açıklıkla söyleyebiliriz.

Seküler anlayış, dini devletten, devleti dinden, hatta müslümanı hayatın içindeki baskıcı unsurlar vasıtasıyla, kendi iman ve kulluk bağından koparmaya çalışan bir ideoloji biçimi halinde Müslüman bireyleri ve toplumları etkisizleştirirken; hayatın içinde Allah ve hükümleri ile bağlarını koparıp mevcut bulunan laik ideoloji ile şekillendirilmeye çalışılan totaliter bir baskıya dönüşmüştür.

Laiklerin kendi tanımlamaları içinde devlet ya da bundan sorumlu kurumlar, laikliği bireyin hayatına müdahale olarak algılamıyor. Bu düşünce kendi içerisinde tutarlı değildir. Müslüman bir şahsiyetin Allah ile yaptığı sözleşme gereği İslamın haricinde bir ideolojiyi (İslam ideoloji değildir) benimsemesi, kabul etmesi veya onu yaşamında bir değer haline dönüştürmesi kabul edilemez. Bu durumda Allah ile yapmış olduğu sözleşmeyi bozarak iman etmiş olduğu Kuran’a muhalif olmuş ve İslam ile bağlarını koparmış olur.

“Şunları görmüyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor.” (4/Nisa Suresi 60)

Seküler anlayışın, kendi prototipinde insan yetiştirme düşüncesi tarih boyu süregelmiştir. Allah’ı bir kabul etmekle beraber yeryüzüne müdahale etmesini kabul etmeyen bir inanca sahiptir. Allah’ın yasalarına muhalif olan insanların ürettiği düşünce ve yaşam biçimi, içinde Müslümanların çıkmaz içerisinde bırakılması yönünde bir çabadır. Halkı Müslüman olan toplumlarda laik sistemi kabul edip onu yaşamın temel düşüncesi haline getirmeye çalışan elit zümre, Müslüman bireylerin olduğu mekanlarda ve zeminde sürekli kendilerinin de Müslüman olduğuna vurgu yapmaktadır. Hatta İslam’ın bunu istediğini ve asıl Müslüman olanların kendileri olduğu tezi ile kendilerini meşrulaştırma düşüncesi ve dayatması içine girdiklerine de tanık oluruz.

Yakın tarih incelendiğinde, istiklal mahkemelerinde laiklik ve düşünce biçimlerini kabul etmeyen birçok müslümanın darağacında asıldığını ve hala gereği gibi bunların gün yüzüne çıkarılamadığını görürüz. Bu gerçek, büyük bir zulüm ve jakoben dayatmanın Müslüman toplumda neler yaşattığına tanıklık etme açısından bilinmesi gerekir.

Her insanın istediği dini ve düşünceyi seçme özgürlüğü vardır. Allah kullarının üzerinde zorlayıcı değildir. Bu konuda Bakara Suresinde Rabbimiz söyle beyan eder:

“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırt edilmiştir.” Artık her kim tâğutu inkar edip, Allah'a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.” (2/Bakara 256)

Doğuştan Allah’ı tanımaya ve onun hükümlerine boyun eğmeye uygun yaratılan insanın, yaşadığı süreç içinde baskıcı dayatmalar ve entrikalar ile hayat bağlarının koparılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Kendi hegomanyalarını kurabilmek ve sürdürebilmek adına despot düşünceye sahip olanlar tarafından, sürekli baskı ve dejenere ile İslami kimliğinden koparılmaya gayret edilmektedir. Buna tabi olmayanlara karşı ise tecrit, hapis ve tehdit gibi birçok baskıcı müdahalelerde bulunulmaktadır. Hayatını erdemli yaşamaya çalışan insanlara engel olmak istenmektedir. Allah dahi kulunun üstünde baskıcı değilken, bugün varlıklarını sürdürme ve dayatma adına gayrı İslami oluşumların -özelde laik düşüncenin- baskıcı olmaya çalışması Müslümanları hatta insanları tek tipleştirmesi kabul edilebilecek bir durum değildir.

Özellikle İslami hareket iddiasını taşıyanların, yeryüzünde nesli ve ekini fesada uğratmaya çalışanlara karşı çıkmaları sadece toplumsal insani bir görev değildir. Bunun ötesinde Müslüman olanlara Allahın yüklediği bir sorumluluktur. Müslüman birey ve toplumların bu anlamda sorumluluklarını kuşanmaları ve mevcut statükoya karşı İslami duruşlarını hiçbir baskıya ve çözülmeye meydan vermeden sürdürmeleri gerekir.

Laik sistemlerin en belirgin özelliklerinden birisi, kendilerinden olmayanlar üzerinde baskı oluşturup yıldırma çabaları olduğu gib, sakin kişiliği, duruşu ve düşünceyi bozmak da vardır. Hatta toplumsal bir yozlaştırma süreci içinde sahip oldukları değerleri ve düşünceleri terk etmeye ya da farklılaştırmaya yönelik bazı imkanlar sunması, Müslüman şahsiyetin ve toplumun üzerinde çok hassas olarak dikkat etmesi gereken bir durumdur.

İslam toplumu beklentilerini, düşüncelerini ve eylem planını, konjonktüre göre belirlememeli, Allah’a karşı sorumluluk bilincinden almalıdır. Özellikle son yüz yıllık süreç içerisindeki İslam toplumunun bu konuda yaşamış olduğu ve hala doğru tahlil etmekten mahrumiyet yaşadığı bir zaman dilimi içerisindeyiz. Erdemli Müslüman kimliğin inşası ve takva toplumundaki var olma mücadelesinde, ideolojiler, resmi kurumlar ya da sistemin stratejisi gereği takdim ettiği geçici ikramlar belirleyici olamaz. Müslümanların kendi değerlerini mutlak bir ölçü olarak belirlemesi asla tehir edilemez. Varlık mücadelesini Allah’ın kelamından ve Resulün örnekliğinden oluşturması gerekir.

Bugün kendini Müslüman olarak tanımlamasına rağmen birçok sözde İslami kuruluş ve şahsın geldiği noktaya baktığımızda, laik sistemin fazla rahatsız olmadığı bir tablo karşımıza çıkar.

Laik düzenin istediği insan modelinin, Allah’tan kopuk, seküler mantık içinde ihtiraslarını öne çıkaran, kendi varlığını devam ettirme adına her türlü sapmayı normal göstererek buhran içinde yetişen bir birey oluşturmak olduğunu görüyoruz. Yaşadığımız coğrafyanın hangi şartlarında ve zemininde olursak olalım, Müslümanca yaşayabilmek ve izzetli bir yaşamı Allah’a kavuşacağımız günün hesabı içinde anlamak ve buna göre yaşamımızı tayin etmek durumundayız.

Laik rejimin düzene tabi olmuş kimlik oluşturma çabasının arka planlarını iyi görebilmeliyiz. Sistemle yüzleşmek, laik rejimin bunca yıldır Müslümanlara neler çektirdiğini hesaba katmak durumundayız. Bu hesap sonucunda, gücü ellerinde bulunduranların, bu gücü kaybetmemek için baskıcı güçlerini her durumda göstermek ve bunu sürdürebilmek adına, süreç içerisinde Müslümanlara karşı çeşitli planlar yaptıklarını net görebiliriz.

Laik sistemler belki batı dünyasının bir tercihi olabilir, lakin Müslüman toplumun kabul edeceği bir durum asla olamaz. Bunu sloganik bir reddiyeden ziyade, Allah’a karşı kulluğumuzun bir gerekliliği olarak bilmeli ve buna göre tavır geliştirmeliyiz.

Yaşadığımız coğrafyada tanık olduğumuz bir başka durum ise, zamanla sistemin tıkanan damarlarının bir kısım Müslümanlar tarafından açıldığıdır. Toplumu dönüştürme ve kendi mecrasına yöneltme konusunda iddia taşıyan birçok kurum ve örgütlenmelerin sistemle yüzleşme yerine payanda görevi içinde bulunması gerçekten çok düşündürücüdür.

Laik sistemin kendisini rahatsız etmeyecek oluşumlara, planın bir parçası olarak destek vermekten geri kalmadığını anlamakta güçlük çekmiyoruz aslında. Mevcut beşeri sistemleri memnun etmek ya da ondan pay elde edebilmek adına değerlerinden ödün verenler tarih karşısında unutulmayacaktır. Ayrıca hesabın zor olduğu ahiret gününde hüsrana uğrayacakları bir yola da girmişlerdir. Bu hatırlatma, üzerimize düşen bir sorumluluktur. Geçmişte bize düzgün miras bırakmayanları sorgularken, bizimde gelecek nesillere hayırlı bir miras bırakmamız gerektiğinin kaçınılmazlığı da akla gelmelidir.

Özellikle toplum önünde kanaat önderliği yapanların ve toplumsal görev yüklenme iddiası taşıyanların sorumluluklarının daha fazla olduğunu hatırlatmamız kulluk vazifemizdir. Halkı Müslüman olan toplumlarda, insanların kendi çıkarları gereği oluşturdukları düşünce biçimleriyle (ideolojiler, dinler…), hassaten İslami kimliği yok sayma, bunun etkisiz bırakılma ve hayattan tecrit edilme planını uygulamadan geri durmayan laik sistemle Müslümanların ciddi anlamda yüzleşmesi gerekmektedir.

Ekonomik, içtimai, siyasal, kültürel ve her alanda laiklerin kendi inanç ve düşünce alanındaki oluşturmak istediği karakter anlayışına dikkat edilmesi ve bu yöndeki yozlaşmanın her çeşidine basiret içinde karşı koyabilmeliyiz. İman etme iddiasında bulunduğumuz İslam dini ve bununla şeref bulduğumuz Müslümanlığımız, bize hayatın her alanında Allah’ın koyduğu yasalar ve Rasulullah’ın örnekliği ile yaşam sunmaktadır. Hayata müdahil olmayan İslam, Allah’ın dini olmaktan çıkıp insanların ya da kurumların oluşturduğu din olur. Biz Allah’ın dininin haricindeki tüm dinlerden beri olduğumuzu söylemeyi imanımızın bir gerekliliği olarak görüyoruz. Sahip olduğumuz bu değerler ile bizi tanımlayan Allah olduğuna göre, bunun haricinde bir tanımlamayı -velev ki İslam adına olsa bile- kulluğa müdahale olarak görmekteyiz.

Fussilet Suresinin 33. ayetindeki tanımlama bize yeten bir tanımlamadır :

“Allah'a davet eden, salih amel işleyen ve: "Ben gerçekten müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (41/Fussilet 33)

İnsanlar sadece hesabını Allah’a vereceği bir güne hazırlanmalı, kimsenin kimseye fayda sağlayamayacağı o günde Rabbinin rızasını gözetenlerden olmayı tercih etmelidir. Hayatı beşeri ideolojilere göre değil de Allah’a teslim kılma ve her türlü imtihana rağmen eğilmeden bükülmeden hakkı ikame edenlerden olma sorumluluğunu alarak yaşamı tanzim etmeliyiz.

Ankebut Suresinin verdiği mesajı algılayarak hayatı imtihan bilincinde yasamalıyız: “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacak.” (29/Ankebut 2-3)



http://www.vuslatdergisi.com/?vuslat=yazi&id=2522&k=94

4 Mayıs 2009 Pazartesi

İmam Humeyni'nin İslam İnkılabının 3 ncü yıldönümü münasebetiyle 11.02.1982 tarihinde İran'a davet edilen yabancı konuklara hitaben yaptığı konuşma

Bismillahirrahmanirrahim

Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen ve iran’ın durumunu yakından müşahade ederek, İslam Cumhuriyeti’nin dünyada mazlum olduğunu anlayan sizlere teşekkür ederim. Özellikle Lübnan’dan gelen bu küçük, aziz çocuklara, Lübnan şehidlerinin bu varislerine teşekkürlerimi bildirir, hepinizin sıhhat ve saadetinizi Allahu Tebarek ve Tealadan niyaz ederim. İran’da gerçekleşen bu İslam cumhuriyetinin tüm İslam topraklarında da gerçekleşmesini dilerim. Benim bütün gruplara teker teker teşekkür etmeye gücüm yoktur, fakat burada teşekkür etmem gereken temsilciler bulunmakta ve yine teşekkür etmem gereken şehid velileri de bulunmaktadır. Kısacası hepinize teşekkür ederim.

Bugün İslam topraklarından veya gayri İslami ülkelerden gelerek saygıdeğer temsilcilerin huzurunda bazı konuları anlatmam gerekiyor. Peygamberi Ekrem (S.A.V) den rivayet olunmuştur ki: "İslam ilk dönemlerde mazlum idi ve daha sonraları da mazlum olacaktır." Ben de işte bugün islamın mazlumluğunu sizlere arzetmek istiyorum. Kur’an-ı Kerim:”Doğrusu milletim bu Kur’an-ı terk etmişti”(25/30) buyuruyor.

Kur’an-ın kendi kavmi ve ümmeti içerisinde örtülü kalmasını Allahu Tebarek ve Tealaya şikayet etmiştir. Ben bugün bu çaresizliğin yüklediği vesayet altına alınmışlığı ve mazlumluğu sizlere bildirerek, diyorum ki;

Bakınız, İslam ve müslümanlar ne haldedir? Kur’an ve İslam bugün vesayet altına alınmış vaziyettedir ve mazlumdur. Çünkü, Kur’anın ve İslamın üzerine vesayet konulması, Kur’anın ve İslamın çok önemli meselelerinin ya tamamen vesayet altına alınmasından veya birçok İslami devlet iddiası taşıyan devletlerin, İslam’a, Kur’an’a aykırı yönde hareket etmeleri yüzündendir.

Kur’anın önemli meselelerinden biri ümmeti vahdete davet etmek ve anlaşmazlıktan men etmektir. Kur’anı Kerim de çeşitli tabirlerle Müslümanlar ve Müslümanların başında bulunanlar arasındaki çekişmeler men edilmiştir.

“Ayrılığa düşmeyin, yoksa korkar, başarısızlığa düşersiniz. Ve kuvvetiniz gider”(8/46)

İslam’ın iki önemli siyasi esası olan bu iki noktayı incelemeli ve Müslümanların onlara nasıl bağlı kaldıklarını görmeliyiz. Acaba Müslümanlar İslam’ın bu iki esasına itina gösterdiler mi? Acaba o iki esasa uydular mı? Eğer bu esaslara itaat edecek olurlarsa müslümanların bütün mesele ve zorlukları halledilmiş olur ve eğer itaat etmeyecek olurlarsa parçalanarak, özelliklerini kaybederler. Müslümanlar iki grupturlar: Birincisi, Müslüman halklar ve halk kitleleri, ikincisi ise bu halk kitlelerine hükümet edenler, ülkelerin yöneticileri, İslamlık iddiasında bulunan, Allah’ın kitabına uymak iddiasında bulunan ve her biri bir ülkeyi idare eden bu devletlerin ve yöneticilerin durumlarına bir göz atarak, onların, Allah’ın kitabının önemli esaslarına uyup uymadıklarını görelim. Öte yandan, İslam’ın diğer bir önemli esası da bulunmaktadır ki, Müslümanlara kafirlerin sultası altına girmemelerini emretmektedir. Allahu Tebareke ve Teala hiçbir kafirin sultasının kabulünu Müslümanlara emretmemiştir.

Müslümanlar da kafirlerin sultasını kabul etmemelidirler. Bu, Kur’anı Kerim in Müslümanlara farz kıldığı önemli bir siyasi esastır. İslami ülkelerde Müslümanlara hükümet edenler, yöneticiler, acaba idareleri altındaki halkla çatışma halinde midirler? Birbirleriyle siyasi ve propaganda yönünden mücadelede bulunuyorlar mı? Yoksa, birbirleriyle anlaşma ve dayanışma içerisinde midirler?

Bugün halkı Müslüman olan ülkeler arasında birlik olmadığı gibi, ayrıca çatışma olduğunu da görmekteyiz, hatta bazen silahlı çatışmalar genellikle de propaganda mücadelesi veya siyasi çatışmalar bulunmaktadır. Gerçekte onlar bu gibi çatışmalar neticesinde parçalanmışlardır.

Kur'anı Kerim bildirmektedir ki, eğer birbirinizle çatışacak olursanız, parçalanırsınız. Siz bugün parçalanmış olmanın etkilerini Müslümanlarda görmektesiniz. Parçalanmanın etkilerini arap ülkelerinde görüyorsunuz. İslam toprakları siyasi, askeri ve tabii kaynaklar açısından bu kadar büyük bir güce sahip olmalarına rağmen, İsrail’in karşısında bir şey yapamamaktadırlar…

Siz yenilmeyi ne zannediyorsunuz? Bu bir devletin veya milletin kendi düzeninin korunması için yapması gereken bir işi yapamaması değil midir?

Düşman, İslam’a Müslümanların vatanına saldırmış ve hergün genişlemektedir ve tek bir ülke ile de yetinmemektedir. Müslümanlar onun karşısında yenilmişlerdir. Lübnan dan gelen ve şehitlerin varisleri olan bu çocuklara bakınız, bunlara nasıl bir cevap verebiliriz? Küçük kalpleri ile buraya gelmiş olan, İslamın kendilerini himaye etmesini isteyen ve her gün kendi topraklarında İsrail tarafından zulüm ve işkenceye tabi tutulan bu çocuklara vicdanı olan Müslümanlar nasıl cevap verebilirler?...

Hz. Resulü Ekrem (S.A.V) den rivayet olunmaktadır ki: “Eğer bir Müslüman EY MÜSLÜMANLAR diye feryad eder de Müslümanlar ona cevap vermezlerse, Müslüman değildirler.”

Ben buradan, “Ey Müslümanlar, Ey dünya müslümanları, Ey İslamlık iddiasında bulunan devletler, Ey dünyanın Müslüman halkları” diye feryad ediyorum ki; İslam’ın yardımına koşunuz. Süper güçlerin baskısı altında bulunanların, mazlumların, zulme uğramışların yardımına koşunuz.. Süper güçler tarafından saldırıya uğrayan İslam toprakalrının yardımına koşunuz. Kendi yardımınıza koşunuz. Kendi halkınızın yardımına koşunuz. Ey dünya Müslümanları, süper güçler, Çeşitli hile ve komplolarla ve kendilerine bağlı uşaklarıyla, İslam topraklarında, İslam’ın her şeyini sultaları altına almışlardır, İslam’ın yardımına koşunuz.

Ey dünya Müslümanları ve ey birçok ülkeden İran’a gelerek İran’ın durumunu, Amerikan uşağı Saddam’ın cinayetlerini yakından gören sizler, gördüklerinizi dünyaya duyurunuz. Eğer Afganistan’dan haberiniz yoksa, Afganistan alimleri ve bir çok müçtehidler burada bulunmaktadır. Afganistan’da neler olduğunu onlardan öğreniniz. Ey müslümanlar, İslamın yardımına koşunuz. Süper güçler İslam’a muhaliftirler. Süper güçler İslam’ı istemiyorlar çünkü, eğer bir milyar Müslüman İslam bayrağı altında bir araya gelecek olursa, artık dünyada kendilerinin yaşamasının zor olacağını cinayet işlemek için meydanların kendilerine kalmayacağını bilmektedirler.

Müslümanlara ne olmuştur, müslümanalrın yöneticilerine ne olmuştur ki bütün şeref ve haysiyetlerini Amerika uğruna harcamışlardır?Mazlum ve yalınayak halkların malı olan İslam topraklarının zenginliklerini Amerika’ya sunanlara ne oluyor? Bu zenginlikler yalınayak ve mazlum halkların malıdır. Amerika, kendisine sunulan bu zenginliklere rağmen İsrail’i desteklemekte, İsrail’i bu zenginliklere karşılık bırakmayacağını bildirirken Müslümanlara ne oluyor? Müslümanlar niçin bu duruma gelsinler? Müslümanların propağanda araçları için yabancı sulta altından veya uluslar arası hırsızların elinden kendini kurtarmak isteyen bir grup Müslüman aleyhinde, propaganda yapıyor? Niçin İran’a cephe alıyorlar? İran ne yaptı?... Saraya bağlı bazı müftüler niçin İran’ı tekfir ediyorlar? Kur’anı Kerim eğer bir kimse İslamlık iddiasında bulunuyorsa o müslümandır, onun Müslümanlığını kabul ediniz ve onu reddetmeyiniz buyurmuyor mu?

Bunlar İslam hakkında ne biliyorlar? Biz feryad ediyoruz. Biz müslümanız. Kur’an-ı Kerim’in ve Resulü Ekrem’in emirlerini bu ülkede uygulamak istiyoruz. Biz yirmi yıldan fazla bir zamandan beri İsrail ve Amerika’ya muhalif olduğumuzu bildirdiğimiz halde yine de bazı yazarlar, gazeteciler ve radyo yöneticileri bizim İsrail’le dost olduğumuz suçlamasını getiriyorlar. Biz mi İsrail’le dostuz, yoksa, İsrail’in Müslümanlara neler yaptığını görüp de sessiz kalanlar mı? İsrail Lübnan’ı ne hale getirdi? İsrail Suriye’ye karşı neler yapmaktadır? Golan Tepeleri ni ilhak etmiştir ve daha birçok cinayetler işlemiş bulunmaktadır. Bütün bunlara rağmen yine de bizim İsrail’i resmen tanıyacağımızı söylüyorsunuz.

Yirmi yıldan daha fazla bir süre boyunca bu kanser tümörünün müslümanalrın arasından atılmasını, Beytül Mukaddes’in geri alınmasını İslami ülkelerin bu kanser tümöründen kurtarılmasını feryad eden biz mi İsrail ile dostuz? Yoksa çeşitli oyunlarla İsrail’i resmileştirmek isteyen tüm dünya halklarınca cinayet ve zulümleri bilinen bir rejimi destekleyen siz mi? Siz Allah’ın karşısında cephe almış, Allah ve Müslümanlık düşmanlarını işbaşına getirmek, onu huzura kavuşturmak ve resmileştirmek istiyorsunuz.

Siz İsrail’i resmen tanımak istiyorsunuz fakat o sizi tanımamakta.. Allah göstermesin, İsrail’in sizlere hükümet etmesini önlemek için herhangi bir harekette bulunmamakta, bomboş oturmaktasınız.

Ey Müslüman halklar, ey İslami ülkelerin mazlum halkları, zenginlikleri Amerika ve uşakları tarafından yağma edilen ve kendileri zillet altında yaşayan ey aziz halklar. Uyanınız..

Ayağa kalkınız…

Ey dünya mustazafları kalkınız ve süper güçlerin karşısında kıyam ediniz. Eğer onların karşısında direnirseniz, onlar hiçbir şey yapamazlar. Gördünüz ki, Müslüman iran halkı, birleşerek hep birlikte kıyam ettiler. Silahsız ve yalın elle o büyük şeytani güç Muhammed Rıza ve birbirini destekleyen süper güçlerin karşısında kıyam ederek, onları ve fasit saltanat rejimini iman gücü ve Allahu Ekber feryatları ile sahneden dışarı attılar.

Onları cehenneme gönderdiler, o rejimin yerine şimdi İran’da gördüğünüz İslami rejimi kurdular.İslam devleti dünyadaki zayıfları ve mustazafları destekleyen bir devlettir. Bunların ne mali, ne bedeni ve ne de askeri güçleri vardı, yalnızca iman güçleri vardı.

“Allah’a yardım ederseniz, o da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar”(47/73)

Sizler zalimler karşısısnda kıyam ederek, mazlumların hakkını isteyiniz. Sizlere hükümet etmek isteyen süper güçlerin karşısında kıyam ediniz. Öte yandan dünyanın her yerinden bizlere hükümet etmek istiyorlar. Bizleri ve sizleri ve herkesi kendi egemenlikleri altına almaya ve bizim kaynaklarımızı yağma etmeye çalışıyorlar. Maalesef devletler de onlarla muvafıktır. Hatta bazıları onlardan daha ileri gidiyorlar. İslam dini bugun mazlumdur. Kur’an vesayet altına alınmıştır. Ezan okuyor ve namaz kılıyorsunuz fakat, İslam’ın siyasi hükümlerinin çoğuna ilgi göstermiyorsunuz.

Kur’an-ı vesayet altında bulunmaktan kurtarmıyorsunuz...Tabii Kur’an okumak ve Kur’an-ı hayatın bazı alanlarında uygulamak gerekmektedir,ama yeterli değildir.Kur’an hayatın her kesimine hakim olmalıdır.-Kur’an;

"Topluca Allah’ınipine sarılın ve ayrılmayın buyurluyor..(3/103)

Bu gibi gelişmiş,mükemmel siyasi hükümler uygulanırsa dünyaya hakim olabilirsiniz.Kur’an-ı vesayet altına aldık,sınırladık,örttük,bu meselelere itina göstermedik.Halbuki Kur’an-ı her işimizde örnek almalıyız.Her işte Kur’an-ın okunmasına riayet edilmelidir. İnsanların her işinde Kur'an rehber olmalıdır. Kur'anı bazı hallerde uygulayıp, bazı hallerde uygulamamak diye bir şey olmaz.

Kur'an siyasi hükümlerde, müslümanlara karşı koyanlar için "Ölüm emri" veriyor. Bugün İsrail müslümanların karşısına dikilmiş ve onlara karşı koyuyor. Amerika da bunu yapıyor. Saddam da müslümanların karşısındadır ve onlar aleyhinde cinayetler işliyor. Allah, "Müslümanların aleyhinde ve müslümanların bir gurubu aleyhinde kıyam eden kimselere karşı koyulmasını emretmişitr."

Saddam bir yandan barışsever olduğunu iddia ediyor, öte yandan da Güney'den Batı'ya uzanan toprakalrımızı gaspediyor. (Bunlara rağmen yine de barışçı olduğunu ileri sürüyor) Eğer böyle barışseverlik olursa, İsrail'de barışseverdir. O da Golan tepelerini işgal ediyor ve müslümanların bir bölümüne saldırıyor ve sonra da hem o, hem Amerika ve diğer süper-güçler de barışsever olduklarını söylüyorlar. Biz, barışın bütün dünyada sağlanmasını istiyoruz. Lakin bütün savaşların asıl sebepleri bizzat kendileridir. Saddam da barışçıdır ama müslüman bir ülkeye tecavüzde bulunmuştur. Bu soysuzun İslami bir ülkeye ne yaptığını görünüz.

Yalnız İran söz konusu değildir, bütün dünya söz konusudur. Söz konusu olan dünya müslümanlarıdır. Eğer hepimiz yokolsak bile islam kalmalıdır. Allah'ın peygamberleride canlarını islam için feda ettiler, İslam Peygamberide, İslam için herkesten daha fazla çaba harcadı ve acı çekti. Bzi ise yüce peygamberimizin acılarını hiçe sayıyoruz.

Muhtelif memleketlerden buraya gelen siz beylerin, bu halkın mazlum sesini her yere ulaştırmanızı bekliyorum. Sizler, dünya halklarına İran'ın Amerika ve siyonismin yaptığı propagandalarda gösterdikleri gibi korkunç bir ülke olmadığını anlatınız. Bu kısıtlı zamanda ve her taraftan çembere alındığımız bir halde, hükümetin bu mustazaf halka yaptığı hizmetler, Amerika'nın elli yıllık sultası altında yapılmamıştır. Bu halka sağlanan içme suyu, dağıtılan toprak, halkın yararı için çekilen boru hatları ve yapılan asfaltları onlar 50 yıl boyunca yapmamışlardır ve maalesef onlar hükümeti bir iş yapmamakla ve ülkeyi çökertmekle suçluyorlar.

İnşaallah, yurtlarınıza sağ salim döndüğünüz zaman İslamın meselelerini süper güçlerin engellemelerine rağmen diğerlerine anlatacağınızı ümit ediyorum. Onlara İran'ın barışsever olduğunu bildirin. İran yine de Saddam'ın toprakalrımızı terketmesi halinde uluslararası bir teşkilatın İran'a gelerek, yapılan cinayetlerin incelenmesini istediğini söylüyor. Irak Devleti bize saldırdı, fakat ona karşı koyuldu ve hamdolsun ki dünyada da yenik düştü. Irak devleti Ürdün, Fas ve Amerika'nın desteği ile uğradığı yenilgisini gideremez. Allahu Tebarek ve Tealadan bütün müslümanların, İslam'ın kudret ve saadetini ve siz dost ve aziz kardeşlerimin sağlığını ve insanı müteessir eden mazlum çocukların sağlığını ve mutluluğunu istiyorum. Yüce Allah'dan hepinizin verdiğiniz şehidlere rahmet etmesini ve onların asr-ı saadet şehidlerine kavuşmalarını niyaz ederim.

( İmam Humeyni'nin İslam İnkılabının 3 ncü yıldönümü münasebetiyle 11.02.1982 tarihinde İran'a davet edilen yabancı konuklara hitaben yaptığı konuşmanın


http://www.islamiyonelis.com/haber_detay.php?haber_id=29418

22 Nisan 2009 Çarşamba

ÇYDD'den kendi kızlarına burs


ÇYDD'den kendi kızlarına burs

Ergenekon Operasyonu'nun 12. dalgası kapsamında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) şubelerinde yapılan aramalarda bulunan belgelerle dernek üyesi ve yöneticilerinin çocuklarına da burs verildiği ortaya çıktı.

Çocuğuna burs verilenler arasında ÇYDD Niğde Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı da bulunuyor.

Ortaya çıkan belgelere göre ÇYDD Trabzon Şubesi Yönetim Kurulu Sekreteri N.H., kızı Ö.H'ye, Amasya Şubesi Denetim Kurulu Başkanı G.Ç., kızı H.Ç'ye, İstanbul Bakırköy Şubesi Denetim Kurulu Başkanı N.E., kızı E.E'ye, İstanbul Tuzla Şubesi Üyesi A.K., oğlu İ.K.'ye, Isparta Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi İ.B., kızı Ö.B.'ye, Körfez Şubesi Üyesi E.K., kızı E.K.'ye, Isparta Şubesi Üyesi N.A., kızı H.K.'ye, Isparta Şubesi Üyesi M.K., oğlu Ö.K.'ye, Isparta Şubesi Yönetim Kurulu Yedek Üyesi R.D., kızı S.D.'ye, Niğde Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı İ.B. ve Yönetim Kurulu Üyesi F.B., çocukları A.B.'ye burs vermiş.

KIŞLA DÜZENİ VE ASKERî KOMUTLAR AYNEN DEVAM EDİYOR

Millî Eğitim Bakanlığı, 1965 tarihli ''Okulların Merasim Geçişi Yönetmeliği''ni kaldırıp, yerine ''Milî Eğitim Bakanlığına Bağlı Okulların Geçit Töreni Yönergesi'' ismiyle yeni bir yönerge hazırladı. Yapılan değişiklik, eski yönetmelikte yer alan manga, komutan gibi tabirlerin kaldırılmasıyla sınırlı tutulurken, geçit töreni yürüyüşlerinin kışla düzeninde yine askerî komutlarla yaptırılmasını öngören düzenlemeler büyük ölçüde aynen muhafaza edildi.

PROTOKOLE TEKMİL: “GRUPLAR TÖRENE

HAZIRDIR, ARZ EDERİM”

Protokol mensupları yaklaşınca, tören yöneticisi ''Hazır ol, Dikkat, Sağa/Sola Bak'' komutunu verip ''Sayın valim/kaymakamım, gruplar törene hazırdır. Arz ederim'' şeklinde takdimini yapacak. Öğrenciler, protokol mensuplarını karşılarına gelinceye kadar hazır ol duruşta başları ile takip edip; vali/kaymakamın ''Bayramınız kutlu olsun'' sözüne hep birlikte ve yüksek sesle ''Sağol'' diye karşılık verecekler.

Bu kafayla nereye marş marş!

MİLLî Eğitim Bakanlığı (MEB), yürürlükten kaldırılan 1965 tarihli ‘’Okulların Merasim Geçişi Yönetmeliği’’nin yerine ‘’Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Okulların Geçit Töreni Yönergesi’’ ismiyle yeni bir yönerge hazırladı.

Alınan bilgiye göre, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığınca hazırlanarak yürürlüğe konan yönerge, MEB’e bağlı her derece ve türdeki resmi/özel örgün ve yaygın eğitim okul/kurumlarının Ulusal Bayram, resmi bayramlar (Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı ile Zafer Bayramı), Atatürk’ün il, ilçe ve diğer yerleşim birimlerine yaptığı ziyaret ve gezi tarihlerinin yıl dönümü olan günleri ve mahalli kurtuluş günlerindeki geçit töreni uygulamasına ilişkin usul ve esasları düzenliyor. Yönergeye göre, koordinasyonu MEB’de olan bayram kutlamalarının, programa göre akışını sağlamak üzere il/ilçe eğitim müdürlüklerince önerilen, mülki idare amiri tarafından onaylanan teknik komitede görevli bir beden eğitimi öğretmeni tören yöneticisi olacak. Tören yöneticisi, bayramın başlama saatinden bitiş saatine kadar kutlama komitesince kesinleşen program akışını takip edecek. Törene katılan okulları, Bayrak, flama, boru trampet takımları ile diğer kurum ve kuruluşları tören alanında programa göre düzenleyecek ve tören alanında gerekli ilk yardım tedbirlerinin alınmasını sağlayacak.

TÖREN DÜZENİ NASIL OLACAK?

Törene katılacak okullar, tören alanının konumuna göre tören düzeni alacaklar. Okullar, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile Atatürk’ü Anma ve Gençlik Spor Bayramında teknik komite tarafından belirlenen esaslara göre tören alanında yerlerini alacak. Okullar arasında üç adım aralık bulunacak. Bayram kutlaması için protokol mensupları öğrenci grubuna yaklaşınca, tören yöneticisi ‘’Hazır ol, Dikkat, Sağa/Sola Bak’’ komutunu verdikten sonra ‘’Sayın valim-kaymakamım gruplar törene hazırdır. Arz ederim’’ şeklinde takdimini yapacak.

Öğrenciler, bayramı kutlayan protokol mensuplarını karşılarına gelinceye kadar hazır ol duruşta başları ile takip edecekler ve vali/kaymakamın ‘’...Bayramınız kutlu olsun’’ seslenişine hep birlikte ve yüksek sesle ‘’Sağ ol’’ şeklinde karşılık verecekler. Tören yöneticisi, kutlamanın bitmesi ve protokol mensuplarının şeref tribününde yerini almasından sonra ‘’İstiklal Marşı. Hazır ol. Dikkat!’’ komutunu verecek. İstiklal Marşı’nın bitimini takiben ‘’Rahat’’ komutu ile öğrenciler rahat duruşa geçecek. Bu komutla seyyar bayrak direği ve seyyar flama direğini tutan öğrenciler direkleri taşıma askısından çıkararak, alt uçları yere değecek şekilde sağ elle tutacak. Tören duruşu, İstiklal Marşı, geçit töreni ve çelenk sunma törenlerinde seyyar bayrak direği ile seyyar flama direkleri taşıma askısında takılı bulundurulacak.

GEÇİT TÖRENİ

Koordİnasyonun MEB’e verildiği bayramlarda, geçiş töreninde, tören yöneticisi, bayrak grubu, flama grubu, teknik komite, izci grubu, gösteri grupları, halk oyunları grubu, ilköğretim ve ortaöğretim okulları; kuruluş tarihine, aynı olması durumunda ise alfabetik sıraya göre, askeri lise ve polis koleji grubu, üniversiteler; kuruluş tarihine, tarihlerin aynı olması durumunda ise alfabetik sıraya göre, kutlama komitesince törene katılması uygun bulunan diğer kamu kurum ve kuruluşlar şeklinde sıralanacak. Tören yöneticisi, ‘’Geçit töreni. Hazır ol. Yerinde say. Marş!’’ komutunu verecek ve bu komutla bayrak, flama ve öğrenci grupları ile boru trampet takımının tertip almasından sonra ‘’İleri marş’’ komutunu vererek, bayrak grubunun önünde geçit töreni gerçekleştirecek. Geçit töreninde gruplar arasında altı adım aralık bulunacak. Grup sorumluları, arkasındaki grubunun ön sırasında üç adım önünde yürüyecek.

SELÂMLAMA

Geçİt töreninde selâmlama, protokol mensuplarının yer aldığı şeref tribünü önündeki yürüyüş güzergahının kırmızı işaret levhalarıyla başlangıç ve bitimi belirlenen şekilde gerçekleştirilecek. Yönergeyle, tören yöneticisinin, bayrak grubunun, flama grubunun, teknik komite üyeleri ve diğer görevli öğretmelerin, grup sorumlusu izci liderinin, kız ve erkek öğrenci gruplarının selamlama şekilleri ayrı ayrı düzenlendi. Kız öğrenci grupları, kırmızı işaret levhaları arasındaki yürüyüş güzergahında ayak parmakları önce, taban sonra yere değecek şekilde kolları sallayarak, erkek öğrenci grupları ise aynı güzergahta diz çekip, kolları sallayarak uygun adımla yürürken sıraların sağ başındakiler ileri bakarak, diğerleri ise şeref tribününde geçit törenini ayakta kabul eden protokol mensuplarını başlarıyla ve bakışıyla takip ederek selamlayacak. Okul trampet takımlarının, garnizon komutanlığı veya belediye bandosu eşliğinde geçiş yapması durumunda davul çalınmadan geçilecek.

TÖREN KIYAFETLERİ

Törene katılan öğretmen ve öğrencilerin kıyafetleri mevzuata uygun olacak. Buna göre, öğretmen ve öğrencilerin kıyafetleri, ‘’Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmelik’’ ile ‘’Milli Eğitim Bakanlığı ile Diğer Bakanlıklara Bağlı Okullardaki Görevlilerle Öğrencilerin Kılık Kıyafetlerine İlişkİn Yönetmelik’’te belirtilen hükümlere, üniversitelerde görevli öğretim elemanı ve öğrencilerin ise geçit törenine katılmaları halinde kıyafetleri yine bu yönetmelik hükümlerine uygun olacak. Bayram kutlamalarında gösterilere katılan öğretmen ve öğrenciler, hareket ve mevsim özellikleri dikkate alınarak, teknik komite tarafından belirlenen ve kutlama komitesi tarafından kabul edilen kıyafetleri giyecek.

Lieberman'dan Obama'ya mesaj: Amerika, biz ne dersek onu yapar

İsrail'in aşırı sağcı Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Avigdor Lieberman, ABD Başkanı Barack Obama'ya Ortadoğu sorununun çözümünde İsrail'e uymak zorunda oldukları mesajı verdi. İki hafta önce bir Rus gazetesine verdiği demeç dün İsrail basınında bir kez daha yayımlanan Lieberman, Obama yönetiminin sadece İsrail isterse yeni barış girişimlerinde bulunacağını ifade ederek, "İnanın bana, Amerika bizim bütün kararlarımızı kabul eder." diye konuştu.

İsrail basınının Lieberman'ın röportajını, Barack Obama'nın İsrail ve Filistinlileri barış yolunda somut adım atmaya çağırdığı önceki günkü açıklamasından sonra yayımlaması dikkat çekti. Obama, "Ebediyyen konuşup duramayız." demişti. Obama'nın ayrıca İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve Mısır lideri Hüsnü Mübarek ile ayrı ayrı Washington'da görüşeceği duyurulmuştu.

EN BÜYÜK TEHDİT İRAN DEĞİL

Filistinli yetkililer, dün Abbas'ın 28 Mayıs'ta Beyaz Saray'da olacağını açıkladı. Diğer görüşmelerin 6 Haziran'a kadar yapılması bekleniyor. Rus göçmeni Lieberman, Moskova'nın Ortadoğu sorununun çözümünde hak ettiği rolü almadığını ifade ederken, İran ile ilgili de ilginç açıklamalar yaptı.

Uzun yıllar Tahran'ı İsrail için en büyük tehdit olarak gören Avigdor Lieberman, bu kez İran'ı ikinci sıraya alarak, kendileri için en büyük stratejik tehdidin Afganistan ve Pakistan olduğunu dile getirdi. "Pakistan nükleer ve istikrarsız, Afganistan'da ise Taliban'ın kontrolü ele alma potansiyeli var." derken bölgede 'Bin Ladin ruhunun' harekete geçebileceği uyarısını yaptı. Lieberman, Pakistan ve Afganistan'ın tüm küresel düzene tehdit oluşturduğunu da iddia etti. İsrail'in şahin görüşleriyle bilinen Dışişleri Bakanı, Irak'ı ise tehdit algılamasında üçüncü sıraya yerleştirdi. Lieberman, karşı olduğu bilinen Filistin devletinin kuruluşuyla ilgili de yine olumsuz konuştu. İki devlet çözümünün hoş bir slogan olduğunu ancak özünde eksiklik bulunduğunu savundu.

Bu arada, İsrail ordusu, Gazze saldırılarıyla ilgili soruşturma raporunda, 'uluslararası hukuk kurallarına göre hareket ettiğini' ileri sürdü. Raporda, 'bazı yanlışlıklar sonucu' talihsiz sivil kayıplar yaşandığı ifade edildi. DIŞ HABERLER SERVİSİ

Arap Barış Planı'nı da sildi: İsrail'in imhası için reçete

Avigdor Lieberman, Arap Barış Planı'nı "İsrail'in imhası için bir reçete" olarak tanımladı. İsrail ordu radyosu, önceki gece dışişleri bakanlığında düzenlenen bir toplantıda Lieberman'ın, "Bu, tehlikeli bir öneri ve İsrail'in imhası için bir reçete." dediğini duyurdu. Lieberman, bu sözleriyle 'Arap barış inisiyatifini' temel alarak İsrail'in kendi bölgesel barış planını hazırlamasını isteyen Savunma Bakanı Ehud Barak'ın açıklamasıyla da çelişkiye düşmüş oldu. Radyoya göre Lieberman, söz konusu inisiyatifin en sorunlu bölümünün Filistinli mültecilerin geri dönüş haklarını içermesi olduğunu belirtti.

Birey, cemaat, devlet

Dürüstçe söylemem gerekiyor ki kim danışmanlık yapıyorsa Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'a yanlış bilgi veriyor. O kadar çok hata yapılıyor ki! Tespit yanlış, teşhis yanlış, terkip yanlış. Mesela zannediliyor ki köyden şehre gelmiş fakir çocukları, barınacak mekân bulamayınca 'bazı cemaatler' onlara imkân sağlıyor ve onlar da bilmecburiye bu yapıların sunduğu imkânlara boyun eğiyor.

Yanlış. Belki on beş-yirmi sene önce bir doğruluk payı vardı bunun; ama şimdi bu varsayım kocaman bir şehir efsanesi. Çünkü cemaat dediğiniz yapı zaruretlerden çok, iradi bir tercih konusu haline gelmiştir. Yani, insanlar kendi kültür ve kimliklerinden kopmamak için sivil bir tercih kullanıyor. O yüzden bünyede çok sayıda zengin çocukları da bulunuyor. Cemaat irtibatı iddialarıyla gündeme gelen özel kolejlere ve üniversitelere, dershanelere gösterilen olağanüstü ilgiyi fakirlikle nasıl izah edebilirsiniz mesela? Zaten konu sadece öğrenci değil ki! Esnaf, işadamı, sanayici, sanatçı, sporcu, mimar, doktor...

Şu gerçeği kabul etmezseniz ilk düğmeyi yanlış iliklemiş olursunuz: İnsanlar kendi iradeleriyle bir tercih kullanıyor, zorlamalar ya da zaruretler ile değil. Kim kime nasıl baskı yapacak ki bu insanlar kendini bir cemaat üyesi görmeye mecbur hissetsin? Meseleyi 'sosyal devletin boşluğuna' dayamak, sosyal bir gerçeğe gözlerimizi kapamaktır. Mesele gayet açık: Karşımızda gönüllü hareketler var; illegal yapılar değil. Katılmak isteyen dilekçe verme zarureti olmadan gelip katılıyor; ayrılmak isteyen de istifa dilekçesi verme ihtiyacı hissetmeden 'hadi bana eyvallah' deyip çekip gidiyor. İşte buna modern toplumlarda sivil toplum kuruluşları deniyor. Güdümsüz, bağımsız, sivil...

Tam bu aşamada karşımıza yeniden 'tek tip insan' korkusu çıkıyor. Güya 'din eksenli cemaatler' tek tip insan yetiştiriyormuş. Mümkün mü? Hayır. Her şeyden önce bireyi yok edecek bir telkin İslam'ın ruhuna uygun değil; çünkü o din her bireyi doğrudan Allah ile muhatap ediyor. Kaldı ki bu çağda ne birey körü körüne buyurgan bir yapıya boyun eğer ne toplum. Kim razı olur tek bir kalıba girmeye?

İnsanların bir kalıba sokulamadığı, zan altında bırakılan kişilerin her dinden, her dilden, her görüşten insanla rahat diyalog kurmasından belli. Bu topluluğun içinde her etnik gruptan, her mezhepten, her düşüncede insan bulunmaktadır. Toplumsal ayrışmalarda birleştirici ve barışçı bir dil kullanan ve gördüğü ilgi ile samimiyet testinden defalarca geçmiş kitlelerin insanları tek bir şablona zorladığını iddia etmek gerçeklerle ters düşmek anlamına gelir.

Cumhuriyetimizin kazanımları açısından çok önemli bir nokta daha var: Dindar kitleler demokrasiyi içine sindirmiş durumda. O kadar ki 'Keşke modernleşmeyi kimseye kaptırmayan kitleler de demokrasiyi bu kadar sindirebilseydi!' demek zorunda kalıyorsunuz. Soran, sorgulayan, eleştiren, istişarenin hakkını veren, özgür düşüncenin bütün renklerine kanat çırpan kitleler 'tek tip insan' suçlamasıyla karşı karşıya getiriliyor. Olacak şey değil. Ülkeyi içine kapamak ve anti demokratik yollardan aristokratik düzenin devamını isteyenler özgürlükçü sayılıyor. Bir tuhaflık yok mu bunda?

'Bazı cemaatler' dünyanın dört bir yanında kozmopolitan kültürlerle ufuk turu yaparken ufuk körlüğüne yakalanmış bazı kitleler de ülkeyi bir çeşit faşizme sürüklüyor adeta. Kimin ufku ne kadar genişse özgürlük boyutu da o kadar engindir. Kim ne kadar geniş kitlelerle kucaklaşıyorsa o kadar çoğulcu ve katılımcı demokrasiden nasibini almıştır ve her kim 'herkes benim gibi düşünecek' emriyle hareket ediyorsa, o da kendini toplum karşısında o kadar sevimsiz hale getirir ve kendini geniş kitlelerden tecrit eder. Açık söylüyorum: Bir gün cemaatler insanlara 'tek tip olun' dese içeride çatlamalar olur; tıpkı devletlerin toplumlara 'tek tip olun' buyruğunu dayatmasıyla çatlamalar olduğu gibi... e.dumanli@zaman.com.tr

20 Nisan 2009 Pazartesi

Zariften Şiir

Bir ilk kurşun
Bir çıra gibi yanan ülke
Ekinler ağıllar alev alev
Sakallarından tutuşturulup yakıldı
Dedeler her köyde
Ak saçlı
İpince yürekli
Nenelerin ve çocukların gözleri önünde

(Ve dolar sığmıyor evlere
çarşafların içi makyaj ve leke)

birkaç kurşun daha
birkaç kırbaç daha
ufak bir meclis ve derken
gür sesli gür bir meclis
kavi bir halka
kalbler bir mesaj kavşağı
kan barajı*

Akşamlar nasıl ağır.
Sabahlar nasıl zinde*.

Zarif şiirler

ACZ'i kurcaladım yüreğimi yontarak
hani senin gezdiğin
otostop caddelerinden geçtim
hani şu yalnızlığın caddelerinden...

az gittim uz gittim cadde boyu düz gittim
hani ben de seccademe davranıp
şöyle serip en kalabalığına kaldırımın
belki de dört rekât aydınlık dağıtmak için
açtım seccademi
kaldırımın alnıma en müsait yerine

hani kalabalığın uzletine
zarif bir dua üflemek gibi
nazire olsun diye adına
hani sana yakışanından olsun diye belki de
belki de adını gülümsemek için
kalabalık bir koroyla

çok sesli bir dua adadım
kırk yedi kere
adına...
cahıt zarıfoglu

? Soru İşaretlerinden Biri

? Soru İşaretlerinden Biri


Zulumdur dinlenen başlarsa eğilmiş

Gömleğin üzerine kadar çıkmış kalbteki kara leke

Dikilsen dağların ötesini tutar elin

Bir iki tank çer çöp olmuş gözüne perde

Petrol ya da banker sellerinde boğuluyorsun

Külçe külçe dolar ya da sefalet secden olacak yerde

O eski kadim iklim kimbilir nerde sürer

Perişan birkaç evde kimbilir veliler dilinde

Oturup konuşalım şunu. Bulsun kelimem kelimeni

Eğer uyku daha aziz esirlik daha ehven değilse

Bir deli akıl çırpınıyor aramızda

Rızık korkusu can korkusu baş mesele

Çıplan dünyadan çıplan ve gövdenden

O büyülü çiçekleri yol arın bir kere

Başını eğmiş zalimleri dinlersin

Dersin 'lokmam ellerinde'

Filistin bir sınav kağıdı

Her mü'min kulun önünde

De gerçeği yaz: Hakikat şehitliğe koşmaktır

De isyan çağır yolun açılır cennet köşelerine



Cahit Zarifoğlu

Cahit Zarifoğlu şiirleri

Yanakları, saçları, gözleri yanmış,
Zehirli gaz bombaları
Yılan gibi sokmuş, yalamış gövdelerini
Ağızları, küçücük dilleri yanmış
Bütün Beyrut sapsarı kalmış
Sanki ağlamak imkansız
Başları
Paletlerle ezilmiş babaları,
Yahudi doğramış analarını,
Binlerce çocuk topların, betonların altında.


Beyrut'un gözyaşları şimdi,
Kudüs'ün yanıbaşında,
Müslümanlarsa uzakta,
Sanki başka,
Gelinmez bir dünyada.

Acın, bir vadi,
Zehirli çiçekler, bir ova gibi karşımda.

Gözüm baksın sadece,
Ayrıntıları,
Kıvrılıp kırılmış bilekleri,
Kemikten yakılmış etleri,
Kuma serilmiş cesetleri,
Büyük ajansların yaydığı resimleri,
Bir seyirci gibi görsün dursun,
Bir kadın gibi ağlasın..

Beyrut yengeç kıskacında,
Çoğu müslüman kafir yanında,
Yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin.

Sen Filistin, hokkaları doldur kanla,
Şairler eğer ahın varken
Uzanırlarsa tomurcuklara güllere
Herbiri kanlı bir ateş gibi korku
Bir azar, bir şamar olsun.

Filistin, sen işine bak, kar toprağını,
Yoğur gazabını Yaradanın..

Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde?
Çam ormanlarının salınışında,
Kuşların cıvıldayışında,
Otların serin tenlerinde.
Eğer varsan bakıp görmeye
Şeffaf perdenin az ötesini,
Bir ateş bulutu var en bildik yerde,
En emin yerde.

Ve bak, asıl ölen yaylalar, villalar, tok karınlar
Hissiz dudaklar, gayretsiz kalpler,
Asla değil kavruk çölde yatan kadavralar.

Farzet körsün, olabilir,
Elele tut,
Taş al ve at,
Kafiri bulur.

Hani ceylanların,
Hani cihat marşın?

Bir yumruk harbinden nasıl kaçtın?
En arka safta bile kalmadın,
Cengi attın, dünyaya daldın,
Tezeğe konan sinekler gibi.

Dönüyor burgaç,
Dünya üstten, yanlardan daralıyor.
Ovalardan,
Dar geçitlere sürülen sığırlar gibi,
Bir gün ister istemez,
Karşısında olacaksın kaçtıklarının.


Dua et,
O gün henüz mahşer olmasın...

* * *

Cahit Zarifoğlu (1940 - 1987)

17 Nisan 2009 Cuma

çydd add çev laikçi örgütler

İşte bir öğrencinin ağzından ÇYDD
Bu aslında ilk ve tek değil. Ergenekon operasyonlarının ardından ÇYDD'nin ismi de gündeme gelince, geçmiş dönemde dernekten burs alan ve bugün pişman olan çok sayıda öğrenci maillerle ÇYDD'nin gerçek yüzünü gözler önüne sermeye çalışıyor. O maillerden bir tanesini yayınlıyoruz. İşte ÇYDD'den burs almış bir öğrencinin ağzından şok eden gerçekler....


"Merhaba ben KH.

Güvenlik nedeniyle soyadımı, oturduğum ili ve okuduğum üniversite hakkında bilgi vermek istemiyorum ama memleketim Van'dır. Üniversite son sınıfta okuyorum. 2 gün önce medyadan ÇYDD'ye karşı Ergenekon operasyonun yapıldığını öğrendim. ÇYDD ile ilgili bir kısım medyada eğitim gönüllüleri oldukları ve öğrencilere burs sağladıkları, özellikle kız çocuklarının eğitimi için çaba harcadıkları yazıyordu. Bir kısmında da ÇYDD'nin misyonerlik faaliyetlerinin MİT ve Genelkurmay raporlarıyla sabit olduğu haberleri vardı. Ben de bir ara ÇYDD'den burs almış birisi olarak bu ÇYDD'nin gerçek yüzünün ortaya çıkması için bilgi verme ihtiyacı hissettim ve bu maili göndermeye karar verdim.

Ben Van'da liseyi bitirdikten sonra üniversiteyi kazanıp geldiğim de maddi durumumuz kötü olduğu için çok zorluk çekiyordum. Aynı sınıfta okuduğumuz bir arkadaşım vardı. O ÇYDD'den burs alıyordu bende onun gibi alabilir miyim diye onunla konuştum. O da bana sen doğulusun sana kesin verirler diyerek cesaretlendirdi. Ben de onların bulunduğumuz yerdeki şubelerine gidip görüşmeye karar verdim. Hakikaten beni çok sıcak karşıladılar. Sen merak etme sana her türlü yardımı yapacağız, para, kalma konusunda bize güven dediler. Bir süre sonra bana bir ev gösterdiler burada kalabilirsin dediler ve burs da bağladılar. Evde kızlarla erkekler beraber kalıyorlardı hatta odalar da bile karma şekildeydi. Evde 5 kişi kalıyordu. Evin 3 odası vardı, 2 oda da kızlı erkekli kalınıyor diğer kalan küçük odada da bir kız yalnız kalıyordu ancak zaman zaman eve farklı erkeklerle geliyor ve beraber kalıyorlardı. Çok gece onların kahkahalarından ve gürültülerinden uyuyamadığımı bilirim. Evde temizlik anlayışı pek yoktu. Zaten herkes kafasına göre takılıyor istediği zaman girip çıkıyordu. Ben de bir kızla aynı odada kalmaya başladım. O da doğuluydu. Onu iki yıl öncesi alıp oraya getirmişler ve burs vermeye başlamışlar. Yani iki yıldır onlarla berabermiş. Kız bana hiç aklından bir şey geçirme benim gözüm dışarıda dedi. Tabi bu durumlar benim aile yapıma tersti. Verdikleri bursun bir kısmını sosyal etkinlik için kesiyorlar ve katılmak zorundasın diyorlardı. Parti gibi yapılan ve kırmızı şarap içilen bu etkinliklerde, sohbet grupları kuruluyordu. Bu gruplarda konuşmalara geçilmeden önce, Filipeliler, Markos diye biten ve numaraların okunduğu metinler okunuyordu. Sanki böyle din dersi gibi sohbetler oluyordu ama ben ilk zamanlar onları pek anlamıyordum. Taki 5. Toplantıda bunların İncil'in bölümleri olduğunu ve oradan bir şeyler anlattıklarını anladım.

Ben bazen memleketten kalma alışkanlık cumalara giderdim. Cumaya gittiğimi fark eden kız arkadaşım yani oda arkadaşım benden bir süre sonra rahatsız olmaya başladı ve galiba başkalarına söyledi. Daha sonra baskılar başladı ve bunu bırakmamı aksi takdirde bursu keseceklerini ve evden çıkaracaklarını söylediler. Ben maddi olarak çok zor durumda olduğumu benim kimseye bir zararımın olmadığını neden böyle davrandıklarını anlayamadığımı söyledim ancak onlar kararlılardı. Çok zor durumda olduğum için tamam dedim ve bundan sonra cumaya filan gitmeyeceğimi söyledim. Ben böyle söz verdikten sonra bursu kesmediler ancak tam güvenemedikleri için bazen cuma zamanlarında beni çağırıyorlar, görüşmek istiyorlar, böylece beni kontrol etmiş oluyorlardı. O sene böyle gitti.

İkinci sene yine evde kalmaya devam ettim ve bursumda devam ediyordu. Gittiğim ilk sene ramazan geçtiği için oruçla ilgili bir sorun olmamıştı ama ikinci sene ramazan geldiğinde yine bursu kesecekler korkusuyla oruç tutmayı aklımdan bile geçiremedim. Maddi olarak onlara ihtiyacım olduğu için onların her dediğine evet demek durumunda kalıyordum. Ben böyle davranırken bir gün Van'dan teyzem enişteyle beraber tedavi için buraya geleceklerini ve benim eve de uğrayacaklarını söylediler. Ben direk yok diyemedim ama kabulde edemiyordum. Gelmemeleri için çarem yoktu, engelleyemedim. Teyzemler gelip onlarda teyzemleri gördüklerinde şok oldular, buz kesildiler. Teyzem bizim oralardaki normal kadınlar gibi kapalıydı. Ancak bundan onlar hiç hoşlanmadılar ve iki gün sonra senin bize faydan olmaz, sen bize uygun değilsin diye beni evden çıkardılar ve bursumu da kestiler.

İşte ÇYDD'nin gerçek yüzü budur. Ne eğitim meraklısı ne de yardımseverdirler. Kendi amaçları için insanların zaaflarından faydalanarak kendi amaç ve hedeflerine ulaşmaya çalışan bir dernektir. Bunu da şundan biliyorum. Hemen hemen ayda bir okuduğumuz okuldaki hocalar ve öğrenciler ile ilgili tüm bilgiler bütün teferruatıyla yazılırdı. Bunlar odasında tek başına kalan o kız arkadaşımız organize ederdi. Bu kız hiçbir kural tanımazdı, hatta ben cumaları bıraktıktan sonra ödül olarak olduğunu anladım, benimle …. Cumhuriyet yürüyüşlerine gitme işini de o ayarlıyordu. Şehir dışına giderken otobüs bileti için falan biz para vermiyordu. Zaten böyle harcayacak kadar durumumda iyi değildi. Ayrıldığım sene o mezun olmuştu, o … sonra ben ona ilgi gösterince bana, orada kal ben kaymakam karısı olacağım dedi.

Bazen kendimden utanıyorum. Ama o zaman maddi olarak çok zor durumdaydım. Mecburdum. Ben kimsenin kötülüğünü istemedim. Onlardan korkmuyorum. Çünkü korkak olduklarını biliyorum. İsmimi yazmıyorum çünkü bu defterin kapanmasını istiyorum. Ama bunların çirkin yüzünü herkes bilmesi lazım.

Bu mailimi yayınlarsanız, halka yarar sağlamış olursunuz. Gençler içinde bulundukları zor durumlardan dolayı tuzağa düşürülmesinler."

GENELKURMAY VE MİT RAPORU: ÇYDD MİSYONERLİK YAPIYOR

16 Nisan 2009 Perşembe

CENAZE TÖRENİNDE VİZE, YEMİN TÖRENİNDE YASAK

Başörtüsüne asker yasağı şehit cenazelerinde uygulanmazken, geçtiğimiz aylarda Manisa’daki 1. Piyade Er Eğitim Tugay Komutanlığında düzenlenen yemin törenine 40 yaşın altındaki başörtülü asker yakınlarının alınmayıp, töreni tel örgülerin arkasından izlemek mecburiyetinde bırakılmaları, izahı zor yeni bir çelişki örneği oluşturuyor.

Ordu Peygamber ocağı ise başörtülüler niye dışlanıyor?

MAZLUMDER Genel Başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu, Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un önceki gün yaptığı konuşmadaki sözlerini eleştirerek, “Dine karşı olunmayacaksa, dinin açık bir emri olan başörtüsüne olan bu alerji neden? Peygamber ocağı olan bir yere başörtülü bayanların girememesi ne ile izah edilebilecek? O halde eşi başörtülü olduğu, namaz kıldığı için ordudan atılan muvazzaflarla ilgili nasıl bir izah getireceksiniz?” diye sordu.

www.omerfarukgergerlioglu.blogcu.com

Genelkurmay Başkan İlker Başbuğ’un Harp Akademilerindeki konuşmasından alıntılar yaparak ona bazı soru ve tavsiyelerde bulunacağız.

“Alınan tedbirleri bir asimilasyon politikası olarak değerlendiremeyiz. Bu tedbirler ulus devlet inşası sürecinde gerekli görülen birtakım uygulamalardır. Fakat bu yapılanmalarda homojen, etnik bir yapı inşa etmek amaçlanmamıştır.”

Diyor, ama Kara Kuvvetleri eski Komutanı Aytaç Yalman, Miliyet gazetesine verdiği bir röportajda, “Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun ‘kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor. Oysa, bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz.” Genelkurmay başkanının sözlerine bir başka emekli orgeneralin cevabı da bu işte. Artık bize bir şey söylemek düşmüyor.

“(Kürt sorununun olmadığı yönündeki görüşüne dayanak olarak) 1938 ile 84 yılları arasındaki huzur ve barış ortamını nasıl izah edeceğiz?”

Diyor, ama 1984’den beri durdurulamayan huzursuzluk ortamının niçin bitirilemediğini izah edemiyor. Ülkede önemli bir sorun vardı. Etnik ayrımcılık vardı ve bu büyük bir rahatsızlık olarak yaşanıyordu ve silâhlı çatışmaya dönebileceği sinyalleri veriyordu. Aslında PKK öncesi dönemde de bir çok sol Marksist örgüt Güneydoğu’da aynı sorunu gündeme getiriyor ve geniş bir taban bulabiliyorlardı. 1938 ve 1984 arası ne zaman huzur ve barış ortamı oldu ki? Açık oy, gizli sayım yapılan seçimleri, 1960 darbesini, 12 Mart muhtırasını, 12 Eylül öncesi olayları ve darbesini hatırlıyoruz ve ülkedeki sorunların çözülme safhasında değil, katmerleşme safhasında olduğunu iyi biliyoruz.

‘’Kim ne derse desin, Türk milletinin ordusu halktır, halktandır, halk içindir’’ dedi.

O halde başörtülü analar niye oğullarının yemin törenine alınmıyor, 2008 yılı içinde olduğu gibi tel örgüler arkasından törenlerini izleyebiliyorlar? Ayvalık’ta atletizm yarışmasında 2. olmuş başörtülü kıza ödül vermeyi reddeden Garnizon komutanı albayı ne yapacağız? Bu albay hakkında yapılan şikâyetler için herhangi bir idarî işlem yapmadığınıza göre, bu sözler de neyin nesi?

‘’Demokratlık kisvesi altında TSK’yı yıpratmak amacıyla TSK’ya karşı sistematik muhalefet yapılması her şeyden önce demokrasimizi geliştirmeyecektir. Bu, çoğulculukla ifade edilebilecek ya da açıklanabilecek bir husus değildir. Silâhlı kuvvetleri demokrasinin gelişmesinde, çoğulculuğun toplumsal boyut kazanmasında engelleyici bir kurum olarak göstermek de yanlıştır.”

O halde, olur olmaz her konuda ya adı verilmeden medyaya yansıyan üst düzey bir komutanın siyasete müdahale niyetindeki ifadelerini ne yapacağız? TSK demokrasinin gelişmesinde engelleyici bir kurum olmayacaksa, o halde 657’ye tabi olduğunu unutmamasını temenni ediyor ve bunun takipçisi olacağımızı ifade ediyoruz.

‘’Günümüzdeki sorunların yalnız, tek başına askerî güçle tam olarak ortadan kaldırılamayacağını anlamalısınız.’’

O halde, siyasete karışmayın da aslî vazifenizi yapınız. Askerî güç gerektiği zaman onu da hukuk içinde kullanmak gerektiğini de hiç kimse unutmamalıdır.

‘’Yapılanmalar ve kuruluşlarda ayrışma yaşandığını öne sürmek de büyük bir haksızlık. Ne Osmanlı döneminde, ne Cumhuriyet döneminde hiçbir kurumumuz etnik temelde yapılandırılmamıştır. Keşke bunu iddia edenler örnek gösterse...’’

Binlerce örnek gösterilebilir. Değiştirilmesinin insan hakları sorunlarının çözümüne hizmet edeceğine büyük bir kesim tarafından inanılan anayasanın başlangıç ifadelerinde “hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin,..” diye ifade edilerek başlanması kurulmak istenen binanın etnik temelli olduğunu gösterir. Kürtçe müziğin yasak olduğu ve ancak 1990’larda serbest kalabildiği ve Kürt ırkının bir Türk boyu olduğu efsanesinin resmî ders kitaplarında okutulduğu yıllar, şimdi terk edilse de çok uzak değildir. TRT Şeş’i kuran devletin, Kürtçe broşür, yazışma v.b. belgelere vebalı muamelesi yapması halen devam eden örneklerdir.

‘’Sivil örgütler ise, giriş ve çıkışın özgür iradeye bağlı olduğu, gönüllülük temelinde işleyen açık örgütlerdir. Dinsel cemaatler ise kapalı ve içe dönüktür. Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel cemaatlerin, hele çıkar çevresinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür.”

Dinî cemaatlerden bu rahatsızlık niye? Bu ülkede isteseniz de, istemeseniz de cemaatler vardır. Kimi Sünnî, kimi Alevî cemaatleşmeler olmuştur ve son derece doğaldır. Doğallığı kendinize rakip olarak görürseniz işiniz zordur ve önlenemez bir yönelişle çaresiz mücadele içinde kalırsınız.

“Ayrıca, halkımızın arasında ordunun en yaygın adlarından birinin de ‘Peygamber Ocağı’ olduğunu bilmekteyiz. Açıkça söyleyebiliriz ki, Silâhlı Kuvvetler hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır. Bizim karşı olduğumuz husus siyasi ve kişisel amaç ve çıkarlar için dinin ve dinî duyguların alet edilmesidir, araç olarak kullanılmasıdır.”

Dine karşı olunmayacaksa, dinin açık bir emri olan başörtüsüne olan bu alerji neden? Peygamber ocağı olan bir yere başörtülü bayanların girememesi ne ile izah edilebilecek? O halde eşi başörtülü olduğu için, namaz kıldığı için ordudan atılan muvazzaflar için nasıl bir izah getireceksiniz? Birçok ilde resmî bayramlarda protokolde başörtülü bayan oturuyor diye töreni protesto eden askerî erkân hakkında herhangi bir işlem yapıp yapmadığınızı soruyoruz? Emekli orgeneral Kenan Evren’in “Allah kadınların saçının görünmesini istemeseydi onları kel yaratırdı” gibi fantastik ifadeleri sizce nasıl değerlendirilmeli?

‘’Zaten bu maddeye (Anayasa-24) rağmen, bu konularda hürriyetlerin tahdit edildiğini ileri süren iddiaları da anlamak mümkün değildir.”

Hürriyetler tahdit edilmiyorsa bu ülkede yıllardır niye büyük insan hakları ihlalleri olduğunu yerli ve yabancı tüm insan hakları kuruluşları iddia ediyor? Türkiye niye büyük karışıklıklar yaşıyor?

“‘Askerler konuyla ilgili tekliflerini yaparlar ve görevleri burada biter.’ Bu görüş pek doğru değildir. 2003’teki İkinci Irak Savaşı süresince ABD’de yaşanan sivil-asker ilişkileri bu konuda son derece öğreticidir. Askerlerin profesyonel öneri ve kaygılarının sivil otorite tarafından dikkate alınmaması halinde yaşanabilecek olumsuzluklar Irak Savaşı ve sonrasında görülmüştür.”

Ya askerî tedbirlerle Kürt sorununun çözümünün sağlanamayacağı ve temel hak ve özgürlüklerin genişlemesi ile bu sorunun çözülebileceğini reddedenlere ne diyeceksiniz? 1984 sonrası süreç içinde kirli ve karanlık ilişkilerin, çeteleşmelerin ortaya çıkmasına neden olanlardan ve asit kuyularına insan atanlar ile ilgili işlem yapılması önerilerini yıllardır sümenaltı yapanlara ne diyeceksiniz?

‘’Genelkurmay Başkanının, üç temel sorumluluğunu yerine getirmesini ve sivil-asker ilişkilerini yürütmesini, politik ve siyasal hareketler olarak değerlendirmek doğru değildir. Tersine bu bir zorunluluktur ve işin özüne tartışmasız bir biçimde de uygundur. Bu faaliyetler bütün ülkelerdeki en üst askerî makamlar tarafından da yapıla gelmektedir. Genelkurmay Başkanı bu görev ve sorumluluğunu, ilgili makamlara yapacağı görüşmeler ve toplantılar vasıtasıyla yerine getirir. Gerekli hallerde de silâhlı kuvvetlerin görüşlerini de kamuoyu ile paylaşır.”

Bu açıklama 27 Nisan muhtırası için de geçerli midir? Bu muhtıranın politik ve siyasal bir müdahale olmadığını mı söylüyorsunuz?

“Yapılanmalarda ve kuruluşlarda ayrımcılık yapıldığını ileri sürmek de yine büyük bir haksızlık olur. Ne Osmanlı İmparatorluğu döneminde, ne de Cumhuriyet döneminde hiçbir kurumumuz etnik temelde yapılandırılmamıştır.’’

T.C. tarihinde dinî ve etnik ayrımcılık had safhadadır. Bu birçok bilimsel araştırma ile ortaya konmuştur. O halde son yıllarda etnik ayrımcılık alanında bazı şekli değişiklikler yapılma ihtiyacı neden duyulmuştur?

“Atatürk’ün, Türk milletini ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye halkına, Türk milleti denir’ şeklinde tanımlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimdir? Cevap, Türkiye halkıdır. Görüldüğü gibi, buradaki halk ifadesi, sınırları çizilen bir coğrafyada-ki burası Türkiye’dir-yaşayan halkın bütününü, yani hiçbir dinî ve etnik ayrım yapılmaksızın, Türkiye halkını işaret etmektedir. Aynı ülkü etrafında toplanmış ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkının, siyasal ve sosyolojik bir olgu etrafında kendi rızası ile birleşmesiyle bir milletin oluşacağı ve bu millete ise Türk milleti denileceği, Atatürk’ün ’Türk milleti’ tanımında açıkça yer almaktadır”.

Niye bu kıvranma? Hani ayrımcılık yoktu? Madem Türkiye halkı tabiri kullanılması uygundu? O halde niye hep Türk milleti ifadesi kullanıldı? Türkiye halkı tabiri kullanılmasının daha uygun olacağını mahçup bir ifade ile dillendirmeye mi çalışıyorsunuz?

“Toplumun inanan-inanmayan, dindar-dindar olmayan ayrımı yapanlara soruyorum; inanan-inanmayan, dindar-dindar olmayan ayrımını yaparken insanların iman ve dinî inançlarını siz hangi hakla değerlendiriyorsunuz? Bu hakkı size kimse vermiyor ki, Allah ile kul arasındaki bir konuyu siz nasıl değerlendirerek bu kişiyi inanan-inanmayan diye ayırabilirsiniz? Bu aslında dininize karşı en büyük saldırıdır.”

Toplumda dindar ve inanmayan kesimlerin olması son derece doğaldır. İsteyen istediği inancı ile yaşasın. Bu normaldir. Normal olmayan farklı dinî grupları tektipci bir anlayışla dizayn etmeye çalışmaktır. Dindara dini eksik ve biçimlendirilmiş bir halde ve dine inanmayana veya farklı dine inanana zorlama ile dinî eğitim vermektir.

ÖMER FARUK GERGERLİOĞLU

8 Nisan 2009 Çarşamba

Halman ve Çeviri (1)

Hilmi Yavuz/Zaman
Talat Halman, Metis Çeviri Dergisi'nde (16,1991 Yaz), 'çeviri anlayışı'nı ya da 'yaklaşımı'nı soran Suat Karantay'a şunları söylüyordu: 'Benim çeviri konusunda günahım çok büyük, çünkü çevirmenler genellikle başka dillerden kendi dillerine çeviri yapıyorlar, oysa ben büyük bir küstahlıkla ana dilim olmayan İngilizce'ye de çeviri yapıyorum.

Bunun yarattığı türlü zorluklar var tabii. İnsan ne kadar içine sindirmeye çalışsa da, o dilin kültür ortamında ne denli uzun süre yaşamış olsa da, bazı nüansları kaçırabiliyor. Çeviri öyle nankör bir iş ki, hiçbir basit formülü yok. Onun ayrı bir kimyası var, ayrı bir dehası var. Ne denli uğraşılsa hatalar yapılıyor, pürüzlü oluyor. Çeviri evlilik gibi. Beklenmedik izdivaçlar büyük mutluluklar getirebiliyor. Tersi de mümkün doğallıkla. İdeal bir evlilik düşünülemeyeceği gibi, ideal bir çeviri formülü de yok elbette. Bu nedenle çeviriyi genellemelerden soyutlayıp, nihai bir ürün, yaratıcı bir çaba olarak değerlendirmek gerekir.'

Anlamlı bir saptama: Nedense, 'çeviri' denince 'Evlilik' bağlamı ve 'Evlilik' bağlamında 'Sadakat' ve 'İhanet' ile (ya da, Sadakat/İhanet sorunsalı ile) kurulan mecazi ilişkiler sözkonusu olagelmiştir. Halman'ın, 'çeviri' ile 'evlilik' arasında kurduğu bu mecazi ilişki, 'çeviri kadın gibidir: sadık olan güzel değildir; güzeliyse sadık olmaz' özdeyişi ile, ya da 'traduttore tradittore' ('çevirmen, ihanet edendir') ile birlikte düşünüldüğünde, daha kuşatıcı bir anlam kazanıyor. Nitekim Halman'ın kendisi de söylüyor bunu. Bundan 40 yıl kadar önce, Orhan Kemal'in 'Doğum' adlı bir öyküsünü İngilizce'ye çevirdiğini; öykünün bir Kürt köyünde geçtiğini ve 'Kürt şivesi' kullanıldığını; bu şiveyi İngilizce'de nasıl dile getirebileceği konusunda düşünürken, 'zenci şivesi'nde karar kıldığını belirtiyor ve ekliyor: 'Bazı öğrencilerim bu konuda beni eleştirdiler, öyküye ihanet ettiğimi söylediler. Düşündüm, doğru ama ne yapsanız ihanet edeceksiniz...' Peki ama, 'ne kadar ihanet?' Metis Çeviri'de yapılan o söyleşide, Halman, Suat Karantay'ın bu sorusuna şu yanıtı veriyor: 'Sadık bir koca kadar!..'

Gerçekten de, çevirmenin kendisini kaçınılmaz olarak, karşı karşıya bulduğu bir dilemmadır bu! Gelgelelim, hem 'güzel' hem de aslına 'sadık' çeviri olanaksız gibi görünse de, arasıra, Halman'ın dediği gibi, 'beklenmedik izdivaçlar, büyük mutluluklar ' getirebiliyor. Bu mutluluğun kökeninde de, 'ihanet' yatıyor hiç kuşkusuz: Traduttore, tradittore! (Halman, çevirinin ve antolojinin 'ihanetsiz' olamayacağını, 'Eski Anadolu ve Ortadoğu'dan Şiirler'e yazdığı 'önsöz'de de yineliyor.) Gelgelelim, 'sadık bir kocanınki kadar' olsa bile, her 'ihanet'in mutluluk getireceği konusunda bir zorunluluk yok elbette. Kısaca, mutlu bir evliliğin reçetesi olmadığı gibi 'ideal bir çeviri formülü de yok!'

Talat Halman, özellikle, şiir alanında, hem Türkçe'den İngilizce'ye hem de İngilizce'den Türkçe'ye yaptığı çevirilerle de tanınıyor. Ama bu, onun sadece şiir çevirileri yaptığı anlamına gelmiyor. Halman da belirtiyor ya, Orhan Kemal'den yaptığı 'Doğuş' öyküsü çevirisi gibi, düzyazı çevirileri de var ve bence bunların başında, onun William Faulkner'den 'Duman' ('Knight's Gambit') çevirisi geliyor. (Varlık Yayınları, Nisan 1963). 'Duman'a yazdığı 'Çevirinin Önsözü'nde Halman, Faulkner'in metnini Türkçeye çevirirken, onun üslubunu gözönünde tuttuğunu, çünkü bu üslubun gelişigüzel olmadığını, aslında 'Faulkner'in sanatında girift üslub(un), insan ruhunun gerçeklerindeki kargaşalığın ifadesi olarak, maksatlı ve kesin bir rol' oynadığını bildirdikten sonra şöyle diyordu: 'Bunu gözönünde tutarak çeviride üslup değişiklikleri yapmak yoluna gitmedim. Bir cüret olurdu bu (...) Türkçenin hakkını yemeden, yabancı ve zoraki bir üsluptan kaçınarak, Faulkner'in kendi öz söyleyişini en yakın şekliyle vermeye çalıştım. Bu yüzden bazı cümleler, kolayca bölünebilecekken, upuzun bırakılmıştır.'


Talat Halman, 1963 yılında öne sürdüğü bu görüşlerden, daha sonra vazgeçmiş görünüyor. Nitekim, 1991 yılında, Suat Karantay'la yaptığı o söyleşide, yazar üslubunun çeviriyi belirlememesi gerektiğini savunmakta ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü İngilizce'ye çeviren Ender Gürol'u, Tanpınar'a 'biraz fazla sadık kaldığı' için eleştirmektedir: 'Uzun cümlelerin hiçbirini bölmeyi göze almamış. Halbuki biraz daha cesur olmak lazım, çünkü o kitapta çok çetrefil cümleler var...' Halman'ın çeviri siyasasında radikal bir değişimdir bu: 1963'te, Faulkner'in uzun cümlelerini bozmayı 'cüret' sayarken, 1991'de, Ender Gürol'u Tanpınar'ın uzun cümlelerini bozma 'cüret'ini göstermediği gerekçesiyle eleştirmek! Halman haklı: 'Çevirinin hiçbir basit formülü yok!'
08 Nisan 2009, Çarşamba

30 Mart 2009 Pazartesi

vatanı kurtardı halifeyi kovdu daha ne ?


Türkiye Birinci Dünya Savaşı’nda saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923’te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur. Seven Nişanyan'ın yorumu:
29.03.2009 19:10

Vatanı kurtardı, halifeyi kovdu, daha ne?
Seven NİŞANYAN

Türkiye Birinci Dünya Savaşı'nda saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923'te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur.

Türker Alkan emekli kahvelerinin vazgeçilmez klasiklerini bir kez daha özetlemiş:

"Atatürk'ü başımıza gelen ve gelecek olan her türlü belâdan sorumlu bir felâket tanrısı gibi görenlerin neye itiraz ettiklerini anlamakta da zorlanıyorum doğrusu. Neye itiraz ediyorlar? Kurtuluş Savaşı'na mı? Saltanatın ve halifeliğin kaldırılmasına mı? Cumhuriyetin kurulmasına mı? Kadınlara eşit haklar tanıyan Medeni Yasa'nın kabulüne mi? Şeriatın işlemez kılınmasına mı? Çağdaş bir eğitim sisteminin kurulmasına mı? Laikliğin benimsenmesine mi? Son bir soru: Bu reformlar olmadan demokrasi kurulabilir miydi?" (Radikal, 22 Mart Pazar)

"Bkz: Hitler otoban yaptı o yüzden sevmiyorlar," veya "Bkz: Stalin zamanında hırsızlık yoktu," deyip geçmek mümkün. Ama biz öyle yapmayalım, etraflıca cevap verelim. Belki itirazları anlamakta zorlananlara faydamız dokunur.

Soruları geldiği sırayla cevaplayalım isterseniz. Sonra da sözü edilmeyen bir-iki taneyi ekleriz.

● "Kurtuluş Savaşı" adıyla anlatılan yalanlar manzumesine, evet, itiraz ediyoruz.

Türkiye Birinci Dünya Savaşında saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923'te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur.

Daha erken kurulabilirdi. Daha kolay ve daha kansız olurdu, memleket o kadar harap olmazdı. Belki Tek Adam diktatörlüğüne de o kadar kolay teslim olmazdı. Ama 1918'de İngilizler bir hata yaptılar, barış şartı olarak İttihat ve Terakki kadrolarının tasfiyesini talep ettiler. Bunun üzerine birileri vatanmillet diye haykırarak ayağa kalktı. Altı sene savaştan bitmiş bir ülkeyi gözünü kırpmadan tekrar kana ve ateşe sürdü.

İngilizler kızıp tehditler savurdular, asarız keseriz böleriz Sevr yaparız diye gözdağı verdiler, etkili olsun diye Yunanlıları sahaya saldılar. Üç sene daha manasız bir katliam oldu. Sonra gene İngilizlerin dediği oldu. Tek farkla: İttihatçı kadrodan ayıkladıkları yirmi otuz kişi hariç, gerisi vatan kurtaran kahraman kontenjanından memleketin tepesinde oturmaya devam etti.

Bundan dolayı kime neden minnet duyulacak, ben "anlamakta zorlanıyorum doğrusu".

● Padişahlığın kaldırılıp BU cumhuriyetin kurulmasına itiraz ediyoruz.

Faraza İngiltere monarşisi kaldırılıp Fransa cumhuriyeti, yahut İsveç krallığı yerine Finlandiya cumhuriyeti kurulsaydı itiraz etmezdik belki. Ya da ederdik, kime ne? İngitere'nin Fransa'dan kötü bir yer olduğunu kim söylüyor? İsveç kralının Finlandiya cumhurbaşkanından daha yaramaz bir adam olduğu ne belli? Asya farklıdır Avrupaya benzemez diyorsanız buyurun, Tayland krallık, Kamboçya cumhuriyet: hangisi daha iyi?

Dünya Savaşı öncesi Türkiye'de aksırıp tıksırsa da işleyen bir Yasama Meclisi vardı. Serbest veya serbestimsi seçimler yapılıyordu. Çatır çatır çatışan siyasi partiler ve her yıl bir yazar vurulsa da canlı kalan bir basın vardı. 1923'te bunun yerine tüm üyeleri şahsen Reisicumhur tarafından belirlenip seçilen ve Reisicumhurun canı istediğinde ıskat edilen bir hık deyiciler kurulu geldi, iyi mi oldu?

1839'dan 1913'e dek Osmanlı devletinde siyasi nedenlerle tek kişi idam edilmedi. 1923'ten sonra yüzlercesi pazar meydanlarına kurulan darağaçlarında asıldı. İstibdat mı dediniz?

İran'da 1978'de şahlık rejimini devirdiler, yerine cumhuriyet kurdular. Bundan dolayı sevinmeli miyiz? Ondan iki sene önce İspanya'da Franco rejimi eceliyle son bulunca yerine krallık kurdular. Bundan ötürü üzülmeli miyiz?

Hem 1920-1923'te bir dizi darbeyle iktidarı ele geçirip "cumhuriyet" kuranların yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediğiyle, 2002-2008'de bir dizi darbeyle iktidarı ele geçiremeyenlerin yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediği o kadar farklı mıdır acaba diye bir oturup düşünsek faydalı olur belki. Adamlar Atatürk'ün izindeyiz diyorlar. Belki de haklıdırlar?

● Kadınlara eşit haklar tanıyan Medeni Yasa'nın kabulüne itiraz etmiyoruz, hatta bunu dayatan Batılı "düşmanlarımıza" teşekkür ediyoruz.

Medeni Kanun'u adamlar Lozan'da dayattılar, çatır çatır kabul ettirdiler. Atatürk değil Hacı Abdülgaffar olsa yapacağı bir şey yoktu, kabul etmeye mecburdu.

Lozan'dan daha yüz sene önce dayattıkları, berikilerin de pek itiraz etmeden kabul ettiği şuydu: Gayrımüslim tebaaya İslam hukukunu uygulayamazsın. Eğer İslam hukukunu sürdüreceksen gayrımüslimler için ayrı mahkemeler kurmak zorundasın. Bunların adil olacağına güvenmediğimiz için de gayrımüslim tebaan için kapitülasyon adı verilen ek güvenceleri kabul edeceksin.

Lozan'ın kilit müzakere konularından biri buydu. Eski hukukunu sürdüreceksen, azınlıklar için eskisinden de beter kapitülasyonları kabul edeceksin, çünkü bu saatten sonra sana artık hiç güvenmeyiz dediler. Ankara da bunun üzerine, ehveni şer deyip, müslim ve gayrımüslime eşit olarak teşmil edilecek "laik" bir medeni hukuku getirmeye razı oldu. Olay budur.

EĞİTİM SİSTEMİNİN TEMELLERİ

Kaldı ki İstanbul Darülfünunu'nun Hukuk Fakültesinde 1880'lerden beri Batı usulü medeni hukuk mecburi dersti. 1910'larda da memleketin en kalburüstü hukuk talebesinden 10-15 kadarı devlet bursuyla Lozan Üniversitesine gidip medeni hukuk tahsil etmişti. Yani memleket ortaçağ karanlığında kıvranıyordu da Atam geldi Medeni Kanun getirdi, yok öyle şey.

● Çağdaş bir eğitim sisteminin kurulmasına itiraz etmiyoruz, aferin Safvet Paşa diyoruz.

Ve konunun Atatürk'le alakasını anlamakta güçlük çekiyoruz. Türkiye'de "çağdaş" dedikleri bugünkü sistemin temelleri 1830'larda atıldı, Safvet Paşa'nın 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Kanunuyla pekişti, Abdülhamit devrinde imparatorluğun taşrasına yayıldı. İlkokul-ortaokul-lise sistemi bu dönemin ürünüdür. Galatasaray gibi dünya çapında bir çağdaş lise 1868'de kuruldu. Maarif Vek'letine bağlı ilk kız liseleri 1882'de - yani Fransa ile aynı yıl - kuruldu. İstanbul Üniversitesi Abdülhamit'in fermanıyla 1900'de kuruldu.

Manastır'ın kör taşrasındaki askeri lise öğrencilerine 1890'larda Fransa'nın siyasi akımları ile çağdaş edebiyatı okutuluyordu, Fransızca olarak. Cumhuriyet'in "çağdaş" liselerinde sıkıysa dene, Şırnak'a sürerlerse gene şanslısın.

1921'de Ankara Meclisi'nin topladığı Maarif Kongresi'nin önde gelen kaygısı "şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür" oluşturmaktı. O günden beri de değişen bir şey yoktur.

1920-1938 döneminde Türkiye'de her düzeyde eğitimin nasıl yerinde saydığını, hatta gerilediğini, Yanlış Cumhuriyet'in 184-203 sayfalarında sayılarla izah ettim. Burada tekrarlamaya gerek yok. İnsan eski ezberleri tekrarlamadan önce merak eder bir okur demekle yetineyim.

Maamafih buraya kadar saydıklarımın hepsi detaydır, teferruattır. Farzedin ki bunların hepsinde onlar haklı biz haksızız: Vatanı da Atatürk kurtardı, liseleri de O kurdu, kadınları da azat etti, cumhuriyet de illa ki çok iyi bir şeydir. Gene itiraz ederiz. Hem bunların hepsinden daha önemli bir zeminde itiraz ederiz. Çünkü,

● Devlet reisinin görüş ve emirlerini reddeden herkesi alçak, soysuz, vatansız ve gizli emel sahibi hain ilan eden zorbalık diline itiraz ediyoruz.

Bu dil, bir toplumu kuşaklar boyu düzelmemecesine hasta eder ve çürütür. Düşüncenin ve yaratıcılığın kaynaklarını kurutur, korkuyu ve ikiyüzlülüğü bir hayat tarzı haline getirir, en cahil ve zorba olanın her zaman zeytinyağı gibi üste çıkmasını meşrulaştırır.

Bu ülkeyi doksan yıldan beri kafası çalışan ve kahvehane muhabbeti dışında söyleyecek bir sözü olan herkese zindan eden bu dildir. Çağdaş dünyadan kopuk bir gariban gettoya mahkum eden de bu dildir.

Cumhuriyet bu dili kurucusundan öğrendi. Ulu Önder'in 1920-21'den sonraki her demecine, her söylevine, her cümlesine bakın: baştan aşağı tehditnamedir. Büyük Nutk'un her sayfasını, Önder'le öyle ya da böyle görüş ayrılığına düşen kişilere yönelik kan dondurucu küfürler süsler. Herhangi bir konuda Reisicumhur'dan farklı düşünen HERKES satılmıştır, HEPSİ düşman ajanıdır, imha edilmesi gereken zararlı unsurdur; hiç değilse aptal ve zevzektir. Hem dürüst, vatansever ve az çok zek‚ sahibi olacak, hem O'na kayıtsız şartsız itaat etmeyecek? Bu ihtimal, Nutuk sahibinin ve onun kurduğu Cumhuriyetin hayal sınırlarını zorlar.

De ki reisicumhurun her dediği doğruydu (ki değildi), sadece dili bozuktu. O dil gene büyük bir felakettir: kendi kendini çoğaltır, reisicumhur kadar parlak olmayan kişilerin elinde ölümcül bir silah olur. Bu zehirli gübre ile beslenen topraklarda Kılıç Ali'ler, Reşit Galip'ler, Recep Peker'ler yetişir. Çevik Bir'ler, Eruygur'lar, Tolon'lar, Büyükanıt'lar, ve henüz emekli olmamış olan niceleri yetişmeye devam eder.

Bir toplumun başına bundan daha büyük ne felaket gelebilir, bilmiyorum. Bu felaketi tüm anıları ve tüm sonuçlarıyla beraber memleket sathından silmeden hangi demokrasi nasıl kurulabilir, onu da bilmiyorum.

Nihayet en önemlisi,

● "Vatan mevzubahis ise gerisi teferruattır" diyen ahlaksızlık ideolojisine itiraz ediyoruz.

Ama sayfacı arkadaşlar "yazıyı çok uzatma okumazlar" dediği için onu da bir başka yazıya erteliyoruz.

TARAF

Düzgün insan, zor ölüm

Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, Keş Dağı eteklerine düşen helikopterde bulunan dört kişi ile birlikte ebedi âleme irtihal etti. Şu satırları yazdığım ana kadar ulaşabildiğim bilgiler bu yönde görünüyor. Yazıcıoğlu’nun bir siyasetçi ve dava adamı olarak Türkiye’de tuttuğu yerin zorluğunu hatırlatan zor bir ölüm oldu, bu. Ölenlerin hepsine Allah’tan rahmet, yakınlarına da sabır diliyorum.

Kimi insanların değerini ancak yokluklarında biliriz. Yazıcıoğlu iktidara ulaşmak için her yolu deneyen, her kapıyı çalan bir siyasetçi değildi.

70’li yıllarda iki kutba ayrılan gençliğin öncülerinden biriydi. Yıllarca Ülkü Ocakları’nın başkanlığını yaptı. Gençler arasındaki kanlı çatışmalar, ülkücüler arasında mesela milliyetçilik konusunda belirginlik kazanan görüş ayrılıklarının tartışılmasının ertelenmesine yol açıyordu. Yazıcıoğlu o yıllarda dahi farklı bir temsili dillendiriyor, “Resmî Ankara” ve “hâlâ uzak ve ihtişamlı İstanbul”a karşı Anadolu’nun yetimliğindeki ve kendi haline bırakılmışlığındaki tuhaflığı sorguluyordu.

Esasında Anadolu’nun bir kısmı da Kürt kökenli olan ülkücü gençleri için kafatası ırkçılığı, şovenizm, dünyayı ve hayatı kavramak için bir çıkış noktası olamazdı. Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü takva ile, yani Allah’a karşı sorumluluk bilinci ile değil miydi?

Devleti komünizme karşı koruyan ülkücü gençlerle, MİT’in, kontr-gerillanın ve Ülkü Ocakları’nın kapatılmasını talep eden solcu gençler 12 Eylül askerî darbesi ile sürmekte olan büyük oyunun farklı bir sahnesine çekildiler. Senelerce hapiste yatanlar oldu aralarında, kimileri hapiste öldü, kimileri sakat kaldı; psikolojik yaralanmalar cabası. İdam edilenler arasında gencecik çocuklar da eksik değildi. Ülkücü gençlerin kitap okumaya düşkün olanları hapishane yıllarını Medrese-i Yusufiye olarak isimlendirdi ve dört duvar arasını, Hazreti Yusuf’un Mısır zindanlarında yatarken gerçekleştirdiği gibi, olgunlaşma sürecinin bir parçası olarak değerlendirdi. O gençlerden büyük kısmı hapisten çıktığında kendisini “ülkücü” olarak adlandırmıyordu artık. Ya da şöyle: Onlar artık başka türlü ülkücüydüler. Dünyaya ve hayata Müslümanlığın gerektirdiği gibi daha evrensel bakıyorlardı. Eşit vatandaşlık ilkesini savunuyorlardı. Birilerinin varlığını başka bir kesimin varlığına armağan etmesini tabiileştiren söylemleri sorguluyorlardı. Komünist yayılmacılığa karşı savundukları devlet tarafından cezalandırılmışlardı. Dolayısıyla devleti aşırı ölçüde yücelten sloganlarına da mesafe koymuşlardı.

O gençlerden biri, işte, Kızılöz Yaylası’nda yol arkadaşı beş kişi ile birlikte zor bir ölüm sürecini paylaşan Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. Hakan Albayrak önceki gün Yeni Şafak’ta Yazıcıoğlu üzerine şu çarpıcı ayrıntıları yazmış: “Gençliği komünizmle mücadeleye adanmışsa da, Mamak zindanında dünyanın işkencesini görme pahasına mazlum komünistlere sahip çıkmıştı. Hrant Dink’in ardından, ‘Bağrımdaki bütün Mehmetler ağlıyor’ diye şiir yazmıştı.”

Yazıcıoğlu uzun yıllar ismi derin devletle anılarak suçlamalara da maruz kaldı. Fakat o yaşadıklarından ders almayı bilen öğrenci yanıyla, kitlelere kendini anlatmayı başardı.

O, Abdullah Çatlı’nın olamadığı kişiydi. Şeffaflığı seçti. Düzgün yaşamayı, düz yürümeyi savundu. Hayatı bütün zorluklarıyla üstlenmiş oldu böylece.

70’li yılların kutuplaşmalarının yol açtığı yitimlerden ve farklı siyasal çizgilerin 80’li yıllarda başlattığı muhasebeye dönük konuşma ve tartışmalardan yeterince ders almış, kalp gözü açık bir siyasetçi olduğunu düşünürdüm, onunla yapılmış röportajları okurken.

Zor bir ölümle son buldu hayatı; üşümenin içinden geçti, donmayı yaşadı. Bana Azeri şair Hüseyin Cavid’in 40’lı yılların başında İrkutsk’da bulunan çalışma kamplarındaki ölümünü hatırlatan bir ölüm bu. Sibirya, rejime muhalif sayısı belirsiz mahkûmun donarak ölümüne zemin olmuş sürgün beldesi. 80’li yıllarda Cavid’in İrkutsk’taki mezarı Haydar Aliyev’in girişimiyle Bakü’ye getirilmek üzere açıldığında, donmuş ayaklarında hâlâ eşi Meşkinaz Hanım’ın ördüğü çorapların bulunduğu görülmüştü.

Sibirya’daki ölüm kamplarına ait hikâyeler, Anadolu’nun kahramanlığa gönüllü gençlerini esir milletleri kurtarma yollarına düşüren bir etkiye sahipti, 70’lerde. Bu gençler işte o Sibirya mahkûmları yüzünden her zaman daha fazla üşüdüler, hangi mevsimde, hangi iklimde olurlarsa olsunlar.

Helikoptere binmeyi sevmezmiş Yazıcıoğlu. Bir önceki seçimlerde Sivas yöresinde at sırtında dolaşmıştı. Kendi yurdunda, bir dağ başında donarak dünyaya gözlerini kapattı. Düzgün insanın zor hayatı, zor bir ölümle noktalandı.

Bir yanıyla kahramanlar çağından kalma bir kişiydi ya, sevenleri bir mucize olacağı umuduna kapılmışlardı, son ana kadar. Bir mağarada hayata tutunmaya çalışıyor olabilir miydi...

Geride soru işaretleri bırakan bir kaza bu. Aralarında helikopter kazalarının da bulunduğu benzeri hadiseler gibi cevapsız kalmaz akla gelen sorular, ümit ederim.


Cihan Aktaş

28 Mart 2009 Cumartesi

Muhsin yazıcıoğlu koca reis

Şakaklarında birkaç kır tel, alnında birkaç çile kırışığı.Bizim kuşağın en genci, en yakışıklı delikanlısı...

*

Bugün perşembe; 26 Mart Perşembe.

Muhsin Yazıcıoğlu'nun bindiği helikopterin enkazına, neredeyse 24 saatten beri ulaşılamadı; modern zamanların en şeddâdî iz ve sinyal takib etme teknikleri bir işe yaramadı. Yüzlerce insan, bilmem kaç helikopter ve uçak seferber... Haber yok! Kulağımızda İHA muhabiri İsmail Güneş'in gittikçe zayıflayan sesi yankılanıp duruyor,

- Kimseden ses gelmiyor, gelmiyor. Eyvah çok kötü!..

Saat 13 sularına geldi; hâlâ bir haber alamıyoruz.

Ve saatler geçtikçe bir mucize, şaşırtıcı bir "iyi haber" bekliyoruz ama...

*

18 yaşlarında kocaman çocuklarız. Senelerden 1972. Mevsim güz; içimizde Ankara rüzgârı. Taşralardan Ankara'lara okuyup "büyük adam" olmak için gelip resmî yurtların kasvetli odalarında yalnızlığın çukurlarına düşünce, "anne, anneciğim" diye başımıza yorganı çekip bir güzel ağlamışlığımızın günleri.

Muhsin Yazıcıoğlu'nu ilk defa Veteriner Fakültesi'nde görüyorum; adam 18 yaşında bile efsâne; öyle karizmatik. Yıldırım Beyazıt'taki yurt binasının bahçesinde bir duvar önünde sohbet ediliyor. O günlerde bir "başkan"lık vâkıası var; yurt başkanı, fakülte başkanı: Yazıcıoğlu ya yurdun ya Veteriner'in başkanı.

Bazı insanlar vardır; hep böyledir; vasıflarında lider olmak tabiatı ile doğar, öyle yaşarlar. Muhsin Yazıcıoğlu da öyle. Hep yaşından büyük, hep sorumlu, hep ağır...

Gençlik hâtıralarımı çağırıyorum; onu hep bulunduğu mekânda, insanların ilgi odağı ve çekim merkezi halinde hatırlıyorum. İnsanlara güven, ümit ve cesaret telkin ediyor. Orada Muhsin Yazıcıoğlu varsa nefislere itimad duygusu gelip yerleşiyor.

Ankara'da Hacettepe sırtlarında bir tarafta fakültelerin, öteki yanda kalabalık yolların bulunduğu meydan gibi bir yerdeyiz. Bin kişi var mıyız? Varız. Hacettepe Tıp Fakültesi'nin olduğunu tahmin ettiğim binaların tepesinden aşağıya doğru silah tarrakaları yankılanıyor. Sene 75, belki 76... Kalabalık dalgalanıyor. Mesele nedir? İşgal, boykot, güç gösterisi? Hatırlamak zor. Heyecan yüksek. Polis panzerleri kalabalığı çevreleyip dağılın ikazları yapıyor megafonla.

Orada yüksekçe bir yerde görüyorum onu,

-Dağılmayın, dik durun; ben söylemedikçe bir yere kımıldamayacaksınız, diyor ve ilâve ediyor:

-Yanınızdaki arkadaşınızı polise bırakmayacaksınız. Nasıl geldiysek öyle gideceğiz!

Yine silah sesleri...

- Şimdi İstiklâl Marşı'mızı okuyacağız; rahat, hazır oll!

*

Ülküdaşım, genel başkanım, hemşehrim, arkadaşım...

Günün birinde patronum da oluyor. Ankara'da yayınlanan Hasret ve Genç Arkadaş dergilerinin yayınlandığı Dörtyol semtindeki apartman dairesine uğruyor ara sıra. Dergi yapıyoruz, mizanpaj yapıyoruz, kapak yapıyoruz, sonu "kahrolsun"larla, "yaşasın"larla biten sert yazılar yazıyoruz, pikaj, montaj işleri, ışıklı masalar... Vaktiyle Nihat diye bir arkadaş vardı; o derginin dizgi işlerini görmekte. Kaç ay sürdü bilmiyorum, talebeyim henüz, biraz alacağım birikmiş. Alacağımı veriyor patronum; kaç lira hatırlamıyorum; o parayla Anafartalar'da bir kuyumcudan bir çift altın küpe alıyorum nişanlım için.

O küpeleri her görüşümde yıllardan beri o günleri, onu hatırlıyorum.

*

Saat onbeşe geliyor; bakanlar açıklama üstüne açıklama yapıyorlar. Helikopter sinyal vermiyormuş.

Kelimeler... Ne işe yararsınız siz? Kanat olabilir misiniz kanat? Kar araçlarına takılan demir palet olabilir misiniz icabında? Elinde minicik ilkyardım çantasıyla bir doktor, bir hemşire...

Veya bir Allah'ın kulu olsun da, sırtından pardesüsünü çıkarıp yirmi dört satten beri kar altında, tipi altında hayatla ölüm arasında gidip gelen kazazedelere ümit versin, su versin, söz olsun...

Ne işe yarıyor ki kelimeler?

*

Günün birinde Sivas'tan milletvekili seçiliyor; önceleri, sandık başına bile gitmeyeceğimi işiten eski ülküdaşlarım bana çok şirin bir şaka hazırlıyorlar. Yolda yürürken iki kişi koluma giriyor, bir arabaya bindiriyorlar. Şehir dışında bir yere gidiyoruz, iniyoruz; diyorlar ki, "sen oy vermeyeceğim demişsin; doğru mu?" "Doğru" diyorum, "kimseye oy vermeyeceğim bu seçimde". İçlerinden biri elini beline götürüyor, "Sen yine sözünde durmuş ol; sorarlarsa silah zoruyla oy verdim dersin!"

Gülüyoruz, gülüşüyoruz. İşin ucunda "Muhsin Başkan" var çünkü. O seçimlere koalisyon halinde giriyor sağdaki partiler.

O Meclis'e yakışıyor; Meclis de ona. Sonra partisinden ayrılıp kendi partisini kuruyor. Seçimler, seçimler, seçimler... Karşılaştıkça beni onurlandırmak için "üstad" diye hitab ediyor; ben ona "Başkan".

Karşılaştığımız ilk gün de "başkan"dı; şimdi ve hâlâ yine başkan.

İstatistiklere bakanlar, Muhsin Yazıcıoğlu'nun partisini tek kişiden ibaret bir küsurat partisi gibi görürler; sayılar böyledir; bu yüzden akıllı adamın biri, "saymalı değil, tartmalı" demiş vaktiyle.

Sayılacak değil, tartılacak adamdır o; tabii özgül ağırlık denilen şeyin terazisi varsa...

*

Nedendir bilmem yıllar geçtikçe ikiye bölünen o iki partinin irice olanına değil de ufak ama sevimli olanına ısındı kalbim. Rahmetli anacığımın vefatında bir evvelkiler kapımı çalmazken Muhsin Başkancılar, fakirhanemize gökten indirilmiş paraşütçü birlikleri gibi akın etmişlerdi de nasıl onurlanmıştım, nasıl içim kabarmıştı...

O gün dedim ki içimden, "ki bunlar kara gün dostlarıdır; salımıza girecek arkadaşlardır; hatırları büyüktür".

*

Saat 16'ya geliyor. Haber yok; bir nefes de mi yok?

Kelimeler, ne işe yararsınız siz; karlı dağların başında bir kibrit kadar olsun ışık olup ısıtmadıktan sonra...

*

Şakaklarında birkaç kır tel, alnında birkaç çile kırışığı. Bizim kuşağın en genci, en yakışıklı delikanlısı...

Ahmet Turan Alkan,Zaman



Bir sabah bir güvercin / Boynu bükük ve gözü yaşlı / Giden savaşçıların ardından ağladı.Bazı insanlar dava adamı olarak doğarlar. Ve hep öyle kalırlar. Çok genç yaşlardan itibaren hayatın bütün cenderesinden geçip fırtınalı hayatın soğuk rüzgârlarına direnecek yürek geliştirirler.

Dünyanın problemleri onlar için yaratılmıştır. Hainler, alçaklar, onların yüreklerine derece kazandırmak için vardır. Onlar yorulmaz, korkmaz, endişeye kapılmaz, ölüm kaygısı hiç taşımazlar. Onların özel hayatları olmaz. Hapishaneler, onlar için var olmuştur, itilmişlik, dışlanmışlık onlar içindir. Onlar için han duvarlarında mısralar kazınmıştır.

Gönlümü çekse de yarin hayali / aşmaya gücüm yetmez cibali / yolcuyum bir kuru yaprak misali / huduttan hududa atılmışım ben.

Ama bunlar, onların hiç umurlarında olmaz. Sürekli üzerine benzin dökülen bir milletin selameti için koşturur dururlar. Evlat kokusuna, yâr kucağına ayıracak vakitleri yoktur.

Dava adamları, hayatı hep uzatmalarda yaşar. Bu Anadolu'nun kavruk delikanlısı, yitik kuşağın en müşahhas temsilcisi de hayatı uzatmalarda yaşıyordu. 12 Eylül öncesi nereden geldiği belli olmayan bir kurşunla da ölebilirdi ya da Mamak'ta işkence görürken... "Arkadan enseme vuruldu, kafam bir yere çarptı ve alnımdan aşağıya doğru ılık ılık kan aktı. Hakaret ede ede, vura vura götürdüler, ayakkabılarımı, çorabımı çıkarttılar. Bir kalasın üzerine sırtüstü yatırıldım ve iple bağlandım. Kollarım açık olarak, üzerime omuzumdan bir kalas bağladılar, -T- şeklini aldım. Bir sandalyenin üzerine çıkartıldım. Kalas tavanda bir yere çengellere asıldı, sandalye altımdan çekildi, havada sallanarak boşlukta kaldım. O şekildeyken elektrik verdiler. İşkenceden ziyade soyundurulmuş olmaktan etkilendiğim anlaşıldığı için, sonraki sorgulara soyundurularak alındım. Bir ara omuzuma bir ot yastık konuldu. Çok rahatladım. Herhalde birisi bana iyilik yaptı dedim. Ama bir müddet sonra yastık ağırlaştı... Dedim ki; "Şu yastığı öbür tarafa kor musunuz?" "Yasak lan!" dedi. Anladım ki yastık da işkencenin bir parçası. Yemek yok. Su içmek yasak: Bir, psikolojik baskı gerekçesi olarak. Bir de cereyana verildiğimiz için, vücut susuz kalıyor, ani bir su içme halinde iç kanamadan ölümler meydana geliyormuş." Ya da hain bir trafik kazası sonrası da göçebilirdi bu dağdağalı dünyadan. Onun yaşamasından rahatsız olan hainler bir kuytu yer bulurlardı uzatmaları bitirecek.

Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır / Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum / Gözlerim parke parke taş duvarlarda / Açılıyor hayal pencerelerim / Hafif bir rüzgâr gibi süzülüyorum / Ben sonsuzluğu düşünüyorum / Ey Sonsuzluğun Sahibi, sana ulaşmak istiyorum / Durun kapanmayın pencerelerim / Güneşi kapatmayın / Beton çok soğuk, üşüyorum.

Biliyor musun bu millet seni çok sevdi. Senin bilmediğin kadar çok sevdi. Milyonlarca insan gece yarıları kalkıp dua etti. Son dakikaya kadar gittiğine inanmadılar ve umutla bir haber beklediler. Artık ne Mamak var ne işkencecilerin... Çıktığın yolculuk içimizi çok acıttı ama yolun açık olsun. Melekler yoldaşın olsun. İnşallah bir daha hiç üşümezsin.
28 Mart 2009, Cumartesi

Mehmet kamış,Zaman

analitik