5 Mayıs 2009 Salı

Laik Rejim Ve İslami Kimlik Ahmet Turgut Ulucak



Laiklikle ilgili yapılan tanımlamalara baktığımızda, bu kavram ya da düşünce biçiminin, gereği gibi ne Laikler ne de Müslümanlar tarafından doğru anlaşılamadığını görüyoruz. Laikliğin ortaya çıktığı süreçte, Fransa’da kiliseye karşı başkaldırı olarak gördüğümüz bu seküler düşünce biçiminin, bir anlamda Hıristiyan dünyasında zaten bozulmuş ve tahrif edilmiş Allah anlayışını ve Allah’ın koyduğu hükümleri tamamen ortadan kaldırmayı ve hayattan devre dışı bırakmayı hedeflediğini ve bunu başardığını görürüz. Özellikle Batı dünyasında Allah’ı hayata müdahil kılmama anlayışının, halkı Müslüman olan toplumlarda dayatılmaya çalışılan ve bir türlü yerleştirilemeyen bir baskıcı düşünce biçimi olduğunu açıklıkla söyleyebiliriz.

Seküler anlayış, dini devletten, devleti dinden, hatta müslümanı hayatın içindeki baskıcı unsurlar vasıtasıyla, kendi iman ve kulluk bağından koparmaya çalışan bir ideoloji biçimi halinde Müslüman bireyleri ve toplumları etkisizleştirirken; hayatın içinde Allah ve hükümleri ile bağlarını koparıp mevcut bulunan laik ideoloji ile şekillendirilmeye çalışılan totaliter bir baskıya dönüşmüştür.

Laiklerin kendi tanımlamaları içinde devlet ya da bundan sorumlu kurumlar, laikliği bireyin hayatına müdahale olarak algılamıyor. Bu düşünce kendi içerisinde tutarlı değildir. Müslüman bir şahsiyetin Allah ile yaptığı sözleşme gereği İslamın haricinde bir ideolojiyi (İslam ideoloji değildir) benimsemesi, kabul etmesi veya onu yaşamında bir değer haline dönüştürmesi kabul edilemez. Bu durumda Allah ile yapmış olduğu sözleşmeyi bozarak iman etmiş olduğu Kuran’a muhalif olmuş ve İslam ile bağlarını koparmış olur.

“Şunları görmüyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor.” (4/Nisa Suresi 60)

Seküler anlayışın, kendi prototipinde insan yetiştirme düşüncesi tarih boyu süregelmiştir. Allah’ı bir kabul etmekle beraber yeryüzüne müdahale etmesini kabul etmeyen bir inanca sahiptir. Allah’ın yasalarına muhalif olan insanların ürettiği düşünce ve yaşam biçimi, içinde Müslümanların çıkmaz içerisinde bırakılması yönünde bir çabadır. Halkı Müslüman olan toplumlarda laik sistemi kabul edip onu yaşamın temel düşüncesi haline getirmeye çalışan elit zümre, Müslüman bireylerin olduğu mekanlarda ve zeminde sürekli kendilerinin de Müslüman olduğuna vurgu yapmaktadır. Hatta İslam’ın bunu istediğini ve asıl Müslüman olanların kendileri olduğu tezi ile kendilerini meşrulaştırma düşüncesi ve dayatması içine girdiklerine de tanık oluruz.

Yakın tarih incelendiğinde, istiklal mahkemelerinde laiklik ve düşünce biçimlerini kabul etmeyen birçok müslümanın darağacında asıldığını ve hala gereği gibi bunların gün yüzüne çıkarılamadığını görürüz. Bu gerçek, büyük bir zulüm ve jakoben dayatmanın Müslüman toplumda neler yaşattığına tanıklık etme açısından bilinmesi gerekir.

Her insanın istediği dini ve düşünceyi seçme özgürlüğü vardır. Allah kullarının üzerinde zorlayıcı değildir. Bu konuda Bakara Suresinde Rabbimiz söyle beyan eder:

“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırt edilmiştir.” Artık her kim tâğutu inkar edip, Allah'a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.” (2/Bakara 256)

Doğuştan Allah’ı tanımaya ve onun hükümlerine boyun eğmeye uygun yaratılan insanın, yaşadığı süreç içinde baskıcı dayatmalar ve entrikalar ile hayat bağlarının koparılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Kendi hegomanyalarını kurabilmek ve sürdürebilmek adına despot düşünceye sahip olanlar tarafından, sürekli baskı ve dejenere ile İslami kimliğinden koparılmaya gayret edilmektedir. Buna tabi olmayanlara karşı ise tecrit, hapis ve tehdit gibi birçok baskıcı müdahalelerde bulunulmaktadır. Hayatını erdemli yaşamaya çalışan insanlara engel olmak istenmektedir. Allah dahi kulunun üstünde baskıcı değilken, bugün varlıklarını sürdürme ve dayatma adına gayrı İslami oluşumların -özelde laik düşüncenin- baskıcı olmaya çalışması Müslümanları hatta insanları tek tipleştirmesi kabul edilebilecek bir durum değildir.

Özellikle İslami hareket iddiasını taşıyanların, yeryüzünde nesli ve ekini fesada uğratmaya çalışanlara karşı çıkmaları sadece toplumsal insani bir görev değildir. Bunun ötesinde Müslüman olanlara Allahın yüklediği bir sorumluluktur. Müslüman birey ve toplumların bu anlamda sorumluluklarını kuşanmaları ve mevcut statükoya karşı İslami duruşlarını hiçbir baskıya ve çözülmeye meydan vermeden sürdürmeleri gerekir.

Laik sistemlerin en belirgin özelliklerinden birisi, kendilerinden olmayanlar üzerinde baskı oluşturup yıldırma çabaları olduğu gib, sakin kişiliği, duruşu ve düşünceyi bozmak da vardır. Hatta toplumsal bir yozlaştırma süreci içinde sahip oldukları değerleri ve düşünceleri terk etmeye ya da farklılaştırmaya yönelik bazı imkanlar sunması, Müslüman şahsiyetin ve toplumun üzerinde çok hassas olarak dikkat etmesi gereken bir durumdur.

İslam toplumu beklentilerini, düşüncelerini ve eylem planını, konjonktüre göre belirlememeli, Allah’a karşı sorumluluk bilincinden almalıdır. Özellikle son yüz yıllık süreç içerisindeki İslam toplumunun bu konuda yaşamış olduğu ve hala doğru tahlil etmekten mahrumiyet yaşadığı bir zaman dilimi içerisindeyiz. Erdemli Müslüman kimliğin inşası ve takva toplumundaki var olma mücadelesinde, ideolojiler, resmi kurumlar ya da sistemin stratejisi gereği takdim ettiği geçici ikramlar belirleyici olamaz. Müslümanların kendi değerlerini mutlak bir ölçü olarak belirlemesi asla tehir edilemez. Varlık mücadelesini Allah’ın kelamından ve Resulün örnekliğinden oluşturması gerekir.

Bugün kendini Müslüman olarak tanımlamasına rağmen birçok sözde İslami kuruluş ve şahsın geldiği noktaya baktığımızda, laik sistemin fazla rahatsız olmadığı bir tablo karşımıza çıkar.

Laik düzenin istediği insan modelinin, Allah’tan kopuk, seküler mantık içinde ihtiraslarını öne çıkaran, kendi varlığını devam ettirme adına her türlü sapmayı normal göstererek buhran içinde yetişen bir birey oluşturmak olduğunu görüyoruz. Yaşadığımız coğrafyanın hangi şartlarında ve zemininde olursak olalım, Müslümanca yaşayabilmek ve izzetli bir yaşamı Allah’a kavuşacağımız günün hesabı içinde anlamak ve buna göre yaşamımızı tayin etmek durumundayız.

Laik rejimin düzene tabi olmuş kimlik oluşturma çabasının arka planlarını iyi görebilmeliyiz. Sistemle yüzleşmek, laik rejimin bunca yıldır Müslümanlara neler çektirdiğini hesaba katmak durumundayız. Bu hesap sonucunda, gücü ellerinde bulunduranların, bu gücü kaybetmemek için baskıcı güçlerini her durumda göstermek ve bunu sürdürebilmek adına, süreç içerisinde Müslümanlara karşı çeşitli planlar yaptıklarını net görebiliriz.

Laik sistemler belki batı dünyasının bir tercihi olabilir, lakin Müslüman toplumun kabul edeceği bir durum asla olamaz. Bunu sloganik bir reddiyeden ziyade, Allah’a karşı kulluğumuzun bir gerekliliği olarak bilmeli ve buna göre tavır geliştirmeliyiz.

Yaşadığımız coğrafyada tanık olduğumuz bir başka durum ise, zamanla sistemin tıkanan damarlarının bir kısım Müslümanlar tarafından açıldığıdır. Toplumu dönüştürme ve kendi mecrasına yöneltme konusunda iddia taşıyan birçok kurum ve örgütlenmelerin sistemle yüzleşme yerine payanda görevi içinde bulunması gerçekten çok düşündürücüdür.

Laik sistemin kendisini rahatsız etmeyecek oluşumlara, planın bir parçası olarak destek vermekten geri kalmadığını anlamakta güçlük çekmiyoruz aslında. Mevcut beşeri sistemleri memnun etmek ya da ondan pay elde edebilmek adına değerlerinden ödün verenler tarih karşısında unutulmayacaktır. Ayrıca hesabın zor olduğu ahiret gününde hüsrana uğrayacakları bir yola da girmişlerdir. Bu hatırlatma, üzerimize düşen bir sorumluluktur. Geçmişte bize düzgün miras bırakmayanları sorgularken, bizimde gelecek nesillere hayırlı bir miras bırakmamız gerektiğinin kaçınılmazlığı da akla gelmelidir.

Özellikle toplum önünde kanaat önderliği yapanların ve toplumsal görev yüklenme iddiası taşıyanların sorumluluklarının daha fazla olduğunu hatırlatmamız kulluk vazifemizdir. Halkı Müslüman olan toplumlarda, insanların kendi çıkarları gereği oluşturdukları düşünce biçimleriyle (ideolojiler, dinler…), hassaten İslami kimliği yok sayma, bunun etkisiz bırakılma ve hayattan tecrit edilme planını uygulamadan geri durmayan laik sistemle Müslümanların ciddi anlamda yüzleşmesi gerekmektedir.

Ekonomik, içtimai, siyasal, kültürel ve her alanda laiklerin kendi inanç ve düşünce alanındaki oluşturmak istediği karakter anlayışına dikkat edilmesi ve bu yöndeki yozlaşmanın her çeşidine basiret içinde karşı koyabilmeliyiz. İman etme iddiasında bulunduğumuz İslam dini ve bununla şeref bulduğumuz Müslümanlığımız, bize hayatın her alanında Allah’ın koyduğu yasalar ve Rasulullah’ın örnekliği ile yaşam sunmaktadır. Hayata müdahil olmayan İslam, Allah’ın dini olmaktan çıkıp insanların ya da kurumların oluşturduğu din olur. Biz Allah’ın dininin haricindeki tüm dinlerden beri olduğumuzu söylemeyi imanımızın bir gerekliliği olarak görüyoruz. Sahip olduğumuz bu değerler ile bizi tanımlayan Allah olduğuna göre, bunun haricinde bir tanımlamayı -velev ki İslam adına olsa bile- kulluğa müdahale olarak görmekteyiz.

Fussilet Suresinin 33. ayetindeki tanımlama bize yeten bir tanımlamadır :

“Allah'a davet eden, salih amel işleyen ve: "Ben gerçekten müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (41/Fussilet 33)

İnsanlar sadece hesabını Allah’a vereceği bir güne hazırlanmalı, kimsenin kimseye fayda sağlayamayacağı o günde Rabbinin rızasını gözetenlerden olmayı tercih etmelidir. Hayatı beşeri ideolojilere göre değil de Allah’a teslim kılma ve her türlü imtihana rağmen eğilmeden bükülmeden hakkı ikame edenlerden olma sorumluluğunu alarak yaşamı tanzim etmeliyiz.

Ankebut Suresinin verdiği mesajı algılayarak hayatı imtihan bilincinde yasamalıyız: “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacak.” (29/Ankebut 2-3)



http://www.vuslatdergisi.com/?vuslat=yazi&id=2522&k=94

0 yorum:

analitik