30 Mart 2009 Pazartesi

vatanı kurtardı halifeyi kovdu daha ne ?


Türkiye Birinci Dünya Savaşı’nda saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923’te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur. Seven Nişanyan'ın yorumu:
29.03.2009 19:10

Vatanı kurtardı, halifeyi kovdu, daha ne?
Seven NİŞANYAN

Türkiye Birinci Dünya Savaşı'nda saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923'te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur.

Türker Alkan emekli kahvelerinin vazgeçilmez klasiklerini bir kez daha özetlemiş:

"Atatürk'ü başımıza gelen ve gelecek olan her türlü belâdan sorumlu bir felâket tanrısı gibi görenlerin neye itiraz ettiklerini anlamakta da zorlanıyorum doğrusu. Neye itiraz ediyorlar? Kurtuluş Savaşı'na mı? Saltanatın ve halifeliğin kaldırılmasına mı? Cumhuriyetin kurulmasına mı? Kadınlara eşit haklar tanıyan Medeni Yasa'nın kabulüne mi? Şeriatın işlemez kılınmasına mı? Çağdaş bir eğitim sisteminin kurulmasına mı? Laikliğin benimsenmesine mi? Son bir soru: Bu reformlar olmadan demokrasi kurulabilir miydi?" (Radikal, 22 Mart Pazar)

"Bkz: Hitler otoban yaptı o yüzden sevmiyorlar," veya "Bkz: Stalin zamanında hırsızlık yoktu," deyip geçmek mümkün. Ama biz öyle yapmayalım, etraflıca cevap verelim. Belki itirazları anlamakta zorlananlara faydamız dokunur.

Soruları geldiği sırayla cevaplayalım isterseniz. Sonra da sözü edilmeyen bir-iki taneyi ekleriz.

● "Kurtuluş Savaşı" adıyla anlatılan yalanlar manzumesine, evet, itiraz ediyoruz.

Türkiye Birinci Dünya Savaşında saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923'te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur.

Daha erken kurulabilirdi. Daha kolay ve daha kansız olurdu, memleket o kadar harap olmazdı. Belki Tek Adam diktatörlüğüne de o kadar kolay teslim olmazdı. Ama 1918'de İngilizler bir hata yaptılar, barış şartı olarak İttihat ve Terakki kadrolarının tasfiyesini talep ettiler. Bunun üzerine birileri vatanmillet diye haykırarak ayağa kalktı. Altı sene savaştan bitmiş bir ülkeyi gözünü kırpmadan tekrar kana ve ateşe sürdü.

İngilizler kızıp tehditler savurdular, asarız keseriz böleriz Sevr yaparız diye gözdağı verdiler, etkili olsun diye Yunanlıları sahaya saldılar. Üç sene daha manasız bir katliam oldu. Sonra gene İngilizlerin dediği oldu. Tek farkla: İttihatçı kadrodan ayıkladıkları yirmi otuz kişi hariç, gerisi vatan kurtaran kahraman kontenjanından memleketin tepesinde oturmaya devam etti.

Bundan dolayı kime neden minnet duyulacak, ben "anlamakta zorlanıyorum doğrusu".

● Padişahlığın kaldırılıp BU cumhuriyetin kurulmasına itiraz ediyoruz.

Faraza İngiltere monarşisi kaldırılıp Fransa cumhuriyeti, yahut İsveç krallığı yerine Finlandiya cumhuriyeti kurulsaydı itiraz etmezdik belki. Ya da ederdik, kime ne? İngitere'nin Fransa'dan kötü bir yer olduğunu kim söylüyor? İsveç kralının Finlandiya cumhurbaşkanından daha yaramaz bir adam olduğu ne belli? Asya farklıdır Avrupaya benzemez diyorsanız buyurun, Tayland krallık, Kamboçya cumhuriyet: hangisi daha iyi?

Dünya Savaşı öncesi Türkiye'de aksırıp tıksırsa da işleyen bir Yasama Meclisi vardı. Serbest veya serbestimsi seçimler yapılıyordu. Çatır çatır çatışan siyasi partiler ve her yıl bir yazar vurulsa da canlı kalan bir basın vardı. 1923'te bunun yerine tüm üyeleri şahsen Reisicumhur tarafından belirlenip seçilen ve Reisicumhurun canı istediğinde ıskat edilen bir hık deyiciler kurulu geldi, iyi mi oldu?

1839'dan 1913'e dek Osmanlı devletinde siyasi nedenlerle tek kişi idam edilmedi. 1923'ten sonra yüzlercesi pazar meydanlarına kurulan darağaçlarında asıldı. İstibdat mı dediniz?

İran'da 1978'de şahlık rejimini devirdiler, yerine cumhuriyet kurdular. Bundan dolayı sevinmeli miyiz? Ondan iki sene önce İspanya'da Franco rejimi eceliyle son bulunca yerine krallık kurdular. Bundan ötürü üzülmeli miyiz?

Hem 1920-1923'te bir dizi darbeyle iktidarı ele geçirip "cumhuriyet" kuranların yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediğiyle, 2002-2008'de bir dizi darbeyle iktidarı ele geçiremeyenlerin yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediği o kadar farklı mıdır acaba diye bir oturup düşünsek faydalı olur belki. Adamlar Atatürk'ün izindeyiz diyorlar. Belki de haklıdırlar?

● Kadınlara eşit haklar tanıyan Medeni Yasa'nın kabulüne itiraz etmiyoruz, hatta bunu dayatan Batılı "düşmanlarımıza" teşekkür ediyoruz.

Medeni Kanun'u adamlar Lozan'da dayattılar, çatır çatır kabul ettirdiler. Atatürk değil Hacı Abdülgaffar olsa yapacağı bir şey yoktu, kabul etmeye mecburdu.

Lozan'dan daha yüz sene önce dayattıkları, berikilerin de pek itiraz etmeden kabul ettiği şuydu: Gayrımüslim tebaaya İslam hukukunu uygulayamazsın. Eğer İslam hukukunu sürdüreceksen gayrımüslimler için ayrı mahkemeler kurmak zorundasın. Bunların adil olacağına güvenmediğimiz için de gayrımüslim tebaan için kapitülasyon adı verilen ek güvenceleri kabul edeceksin.

Lozan'ın kilit müzakere konularından biri buydu. Eski hukukunu sürdüreceksen, azınlıklar için eskisinden de beter kapitülasyonları kabul edeceksin, çünkü bu saatten sonra sana artık hiç güvenmeyiz dediler. Ankara da bunun üzerine, ehveni şer deyip, müslim ve gayrımüslime eşit olarak teşmil edilecek "laik" bir medeni hukuku getirmeye razı oldu. Olay budur.

EĞİTİM SİSTEMİNİN TEMELLERİ

Kaldı ki İstanbul Darülfünunu'nun Hukuk Fakültesinde 1880'lerden beri Batı usulü medeni hukuk mecburi dersti. 1910'larda da memleketin en kalburüstü hukuk talebesinden 10-15 kadarı devlet bursuyla Lozan Üniversitesine gidip medeni hukuk tahsil etmişti. Yani memleket ortaçağ karanlığında kıvranıyordu da Atam geldi Medeni Kanun getirdi, yok öyle şey.

● Çağdaş bir eğitim sisteminin kurulmasına itiraz etmiyoruz, aferin Safvet Paşa diyoruz.

Ve konunun Atatürk'le alakasını anlamakta güçlük çekiyoruz. Türkiye'de "çağdaş" dedikleri bugünkü sistemin temelleri 1830'larda atıldı, Safvet Paşa'nın 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Kanunuyla pekişti, Abdülhamit devrinde imparatorluğun taşrasına yayıldı. İlkokul-ortaokul-lise sistemi bu dönemin ürünüdür. Galatasaray gibi dünya çapında bir çağdaş lise 1868'de kuruldu. Maarif Vek'letine bağlı ilk kız liseleri 1882'de - yani Fransa ile aynı yıl - kuruldu. İstanbul Üniversitesi Abdülhamit'in fermanıyla 1900'de kuruldu.

Manastır'ın kör taşrasındaki askeri lise öğrencilerine 1890'larda Fransa'nın siyasi akımları ile çağdaş edebiyatı okutuluyordu, Fransızca olarak. Cumhuriyet'in "çağdaş" liselerinde sıkıysa dene, Şırnak'a sürerlerse gene şanslısın.

1921'de Ankara Meclisi'nin topladığı Maarif Kongresi'nin önde gelen kaygısı "şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür" oluşturmaktı. O günden beri de değişen bir şey yoktur.

1920-1938 döneminde Türkiye'de her düzeyde eğitimin nasıl yerinde saydığını, hatta gerilediğini, Yanlış Cumhuriyet'in 184-203 sayfalarında sayılarla izah ettim. Burada tekrarlamaya gerek yok. İnsan eski ezberleri tekrarlamadan önce merak eder bir okur demekle yetineyim.

Maamafih buraya kadar saydıklarımın hepsi detaydır, teferruattır. Farzedin ki bunların hepsinde onlar haklı biz haksızız: Vatanı da Atatürk kurtardı, liseleri de O kurdu, kadınları da azat etti, cumhuriyet de illa ki çok iyi bir şeydir. Gene itiraz ederiz. Hem bunların hepsinden daha önemli bir zeminde itiraz ederiz. Çünkü,

● Devlet reisinin görüş ve emirlerini reddeden herkesi alçak, soysuz, vatansız ve gizli emel sahibi hain ilan eden zorbalık diline itiraz ediyoruz.

Bu dil, bir toplumu kuşaklar boyu düzelmemecesine hasta eder ve çürütür. Düşüncenin ve yaratıcılığın kaynaklarını kurutur, korkuyu ve ikiyüzlülüğü bir hayat tarzı haline getirir, en cahil ve zorba olanın her zaman zeytinyağı gibi üste çıkmasını meşrulaştırır.

Bu ülkeyi doksan yıldan beri kafası çalışan ve kahvehane muhabbeti dışında söyleyecek bir sözü olan herkese zindan eden bu dildir. Çağdaş dünyadan kopuk bir gariban gettoya mahkum eden de bu dildir.

Cumhuriyet bu dili kurucusundan öğrendi. Ulu Önder'in 1920-21'den sonraki her demecine, her söylevine, her cümlesine bakın: baştan aşağı tehditnamedir. Büyük Nutk'un her sayfasını, Önder'le öyle ya da böyle görüş ayrılığına düşen kişilere yönelik kan dondurucu küfürler süsler. Herhangi bir konuda Reisicumhur'dan farklı düşünen HERKES satılmıştır, HEPSİ düşman ajanıdır, imha edilmesi gereken zararlı unsurdur; hiç değilse aptal ve zevzektir. Hem dürüst, vatansever ve az çok zek‚ sahibi olacak, hem O'na kayıtsız şartsız itaat etmeyecek? Bu ihtimal, Nutuk sahibinin ve onun kurduğu Cumhuriyetin hayal sınırlarını zorlar.

De ki reisicumhurun her dediği doğruydu (ki değildi), sadece dili bozuktu. O dil gene büyük bir felakettir: kendi kendini çoğaltır, reisicumhur kadar parlak olmayan kişilerin elinde ölümcül bir silah olur. Bu zehirli gübre ile beslenen topraklarda Kılıç Ali'ler, Reşit Galip'ler, Recep Peker'ler yetişir. Çevik Bir'ler, Eruygur'lar, Tolon'lar, Büyükanıt'lar, ve henüz emekli olmamış olan niceleri yetişmeye devam eder.

Bir toplumun başına bundan daha büyük ne felaket gelebilir, bilmiyorum. Bu felaketi tüm anıları ve tüm sonuçlarıyla beraber memleket sathından silmeden hangi demokrasi nasıl kurulabilir, onu da bilmiyorum.

Nihayet en önemlisi,

● "Vatan mevzubahis ise gerisi teferruattır" diyen ahlaksızlık ideolojisine itiraz ediyoruz.

Ama sayfacı arkadaşlar "yazıyı çok uzatma okumazlar" dediği için onu da bir başka yazıya erteliyoruz.

TARAF

Düzgün insan, zor ölüm

Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, Keş Dağı eteklerine düşen helikopterde bulunan dört kişi ile birlikte ebedi âleme irtihal etti. Şu satırları yazdığım ana kadar ulaşabildiğim bilgiler bu yönde görünüyor. Yazıcıoğlu’nun bir siyasetçi ve dava adamı olarak Türkiye’de tuttuğu yerin zorluğunu hatırlatan zor bir ölüm oldu, bu. Ölenlerin hepsine Allah’tan rahmet, yakınlarına da sabır diliyorum.

Kimi insanların değerini ancak yokluklarında biliriz. Yazıcıoğlu iktidara ulaşmak için her yolu deneyen, her kapıyı çalan bir siyasetçi değildi.

70’li yıllarda iki kutba ayrılan gençliğin öncülerinden biriydi. Yıllarca Ülkü Ocakları’nın başkanlığını yaptı. Gençler arasındaki kanlı çatışmalar, ülkücüler arasında mesela milliyetçilik konusunda belirginlik kazanan görüş ayrılıklarının tartışılmasının ertelenmesine yol açıyordu. Yazıcıoğlu o yıllarda dahi farklı bir temsili dillendiriyor, “Resmî Ankara” ve “hâlâ uzak ve ihtişamlı İstanbul”a karşı Anadolu’nun yetimliğindeki ve kendi haline bırakılmışlığındaki tuhaflığı sorguluyordu.

Esasında Anadolu’nun bir kısmı da Kürt kökenli olan ülkücü gençleri için kafatası ırkçılığı, şovenizm, dünyayı ve hayatı kavramak için bir çıkış noktası olamazdı. Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü takva ile, yani Allah’a karşı sorumluluk bilinci ile değil miydi?

Devleti komünizme karşı koruyan ülkücü gençlerle, MİT’in, kontr-gerillanın ve Ülkü Ocakları’nın kapatılmasını talep eden solcu gençler 12 Eylül askerî darbesi ile sürmekte olan büyük oyunun farklı bir sahnesine çekildiler. Senelerce hapiste yatanlar oldu aralarında, kimileri hapiste öldü, kimileri sakat kaldı; psikolojik yaralanmalar cabası. İdam edilenler arasında gencecik çocuklar da eksik değildi. Ülkücü gençlerin kitap okumaya düşkün olanları hapishane yıllarını Medrese-i Yusufiye olarak isimlendirdi ve dört duvar arasını, Hazreti Yusuf’un Mısır zindanlarında yatarken gerçekleştirdiği gibi, olgunlaşma sürecinin bir parçası olarak değerlendirdi. O gençlerden büyük kısmı hapisten çıktığında kendisini “ülkücü” olarak adlandırmıyordu artık. Ya da şöyle: Onlar artık başka türlü ülkücüydüler. Dünyaya ve hayata Müslümanlığın gerektirdiği gibi daha evrensel bakıyorlardı. Eşit vatandaşlık ilkesini savunuyorlardı. Birilerinin varlığını başka bir kesimin varlığına armağan etmesini tabiileştiren söylemleri sorguluyorlardı. Komünist yayılmacılığa karşı savundukları devlet tarafından cezalandırılmışlardı. Dolayısıyla devleti aşırı ölçüde yücelten sloganlarına da mesafe koymuşlardı.

O gençlerden biri, işte, Kızılöz Yaylası’nda yol arkadaşı beş kişi ile birlikte zor bir ölüm sürecini paylaşan Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. Hakan Albayrak önceki gün Yeni Şafak’ta Yazıcıoğlu üzerine şu çarpıcı ayrıntıları yazmış: “Gençliği komünizmle mücadeleye adanmışsa da, Mamak zindanında dünyanın işkencesini görme pahasına mazlum komünistlere sahip çıkmıştı. Hrant Dink’in ardından, ‘Bağrımdaki bütün Mehmetler ağlıyor’ diye şiir yazmıştı.”

Yazıcıoğlu uzun yıllar ismi derin devletle anılarak suçlamalara da maruz kaldı. Fakat o yaşadıklarından ders almayı bilen öğrenci yanıyla, kitlelere kendini anlatmayı başardı.

O, Abdullah Çatlı’nın olamadığı kişiydi. Şeffaflığı seçti. Düzgün yaşamayı, düz yürümeyi savundu. Hayatı bütün zorluklarıyla üstlenmiş oldu böylece.

70’li yılların kutuplaşmalarının yol açtığı yitimlerden ve farklı siyasal çizgilerin 80’li yıllarda başlattığı muhasebeye dönük konuşma ve tartışmalardan yeterince ders almış, kalp gözü açık bir siyasetçi olduğunu düşünürdüm, onunla yapılmış röportajları okurken.

Zor bir ölümle son buldu hayatı; üşümenin içinden geçti, donmayı yaşadı. Bana Azeri şair Hüseyin Cavid’in 40’lı yılların başında İrkutsk’da bulunan çalışma kamplarındaki ölümünü hatırlatan bir ölüm bu. Sibirya, rejime muhalif sayısı belirsiz mahkûmun donarak ölümüne zemin olmuş sürgün beldesi. 80’li yıllarda Cavid’in İrkutsk’taki mezarı Haydar Aliyev’in girişimiyle Bakü’ye getirilmek üzere açıldığında, donmuş ayaklarında hâlâ eşi Meşkinaz Hanım’ın ördüğü çorapların bulunduğu görülmüştü.

Sibirya’daki ölüm kamplarına ait hikâyeler, Anadolu’nun kahramanlığa gönüllü gençlerini esir milletleri kurtarma yollarına düşüren bir etkiye sahipti, 70’lerde. Bu gençler işte o Sibirya mahkûmları yüzünden her zaman daha fazla üşüdüler, hangi mevsimde, hangi iklimde olurlarsa olsunlar.

Helikoptere binmeyi sevmezmiş Yazıcıoğlu. Bir önceki seçimlerde Sivas yöresinde at sırtında dolaşmıştı. Kendi yurdunda, bir dağ başında donarak dünyaya gözlerini kapattı. Düzgün insanın zor hayatı, zor bir ölümle noktalandı.

Bir yanıyla kahramanlar çağından kalma bir kişiydi ya, sevenleri bir mucize olacağı umuduna kapılmışlardı, son ana kadar. Bir mağarada hayata tutunmaya çalışıyor olabilir miydi...

Geride soru işaretleri bırakan bir kaza bu. Aralarında helikopter kazalarının da bulunduğu benzeri hadiseler gibi cevapsız kalmaz akla gelen sorular, ümit ederim.


Cihan Aktaş

28 Mart 2009 Cumartesi

Muhsin yazıcıoğlu koca reis

Şakaklarında birkaç kır tel, alnında birkaç çile kırışığı.Bizim kuşağın en genci, en yakışıklı delikanlısı...

*

Bugün perşembe; 26 Mart Perşembe.

Muhsin Yazıcıoğlu'nun bindiği helikopterin enkazına, neredeyse 24 saatten beri ulaşılamadı; modern zamanların en şeddâdî iz ve sinyal takib etme teknikleri bir işe yaramadı. Yüzlerce insan, bilmem kaç helikopter ve uçak seferber... Haber yok! Kulağımızda İHA muhabiri İsmail Güneş'in gittikçe zayıflayan sesi yankılanıp duruyor,

- Kimseden ses gelmiyor, gelmiyor. Eyvah çok kötü!..

Saat 13 sularına geldi; hâlâ bir haber alamıyoruz.

Ve saatler geçtikçe bir mucize, şaşırtıcı bir "iyi haber" bekliyoruz ama...

*

18 yaşlarında kocaman çocuklarız. Senelerden 1972. Mevsim güz; içimizde Ankara rüzgârı. Taşralardan Ankara'lara okuyup "büyük adam" olmak için gelip resmî yurtların kasvetli odalarında yalnızlığın çukurlarına düşünce, "anne, anneciğim" diye başımıza yorganı çekip bir güzel ağlamışlığımızın günleri.

Muhsin Yazıcıoğlu'nu ilk defa Veteriner Fakültesi'nde görüyorum; adam 18 yaşında bile efsâne; öyle karizmatik. Yıldırım Beyazıt'taki yurt binasının bahçesinde bir duvar önünde sohbet ediliyor. O günlerde bir "başkan"lık vâkıası var; yurt başkanı, fakülte başkanı: Yazıcıoğlu ya yurdun ya Veteriner'in başkanı.

Bazı insanlar vardır; hep böyledir; vasıflarında lider olmak tabiatı ile doğar, öyle yaşarlar. Muhsin Yazıcıoğlu da öyle. Hep yaşından büyük, hep sorumlu, hep ağır...

Gençlik hâtıralarımı çağırıyorum; onu hep bulunduğu mekânda, insanların ilgi odağı ve çekim merkezi halinde hatırlıyorum. İnsanlara güven, ümit ve cesaret telkin ediyor. Orada Muhsin Yazıcıoğlu varsa nefislere itimad duygusu gelip yerleşiyor.

Ankara'da Hacettepe sırtlarında bir tarafta fakültelerin, öteki yanda kalabalık yolların bulunduğu meydan gibi bir yerdeyiz. Bin kişi var mıyız? Varız. Hacettepe Tıp Fakültesi'nin olduğunu tahmin ettiğim binaların tepesinden aşağıya doğru silah tarrakaları yankılanıyor. Sene 75, belki 76... Kalabalık dalgalanıyor. Mesele nedir? İşgal, boykot, güç gösterisi? Hatırlamak zor. Heyecan yüksek. Polis panzerleri kalabalığı çevreleyip dağılın ikazları yapıyor megafonla.

Orada yüksekçe bir yerde görüyorum onu,

-Dağılmayın, dik durun; ben söylemedikçe bir yere kımıldamayacaksınız, diyor ve ilâve ediyor:

-Yanınızdaki arkadaşınızı polise bırakmayacaksınız. Nasıl geldiysek öyle gideceğiz!

Yine silah sesleri...

- Şimdi İstiklâl Marşı'mızı okuyacağız; rahat, hazır oll!

*

Ülküdaşım, genel başkanım, hemşehrim, arkadaşım...

Günün birinde patronum da oluyor. Ankara'da yayınlanan Hasret ve Genç Arkadaş dergilerinin yayınlandığı Dörtyol semtindeki apartman dairesine uğruyor ara sıra. Dergi yapıyoruz, mizanpaj yapıyoruz, kapak yapıyoruz, sonu "kahrolsun"larla, "yaşasın"larla biten sert yazılar yazıyoruz, pikaj, montaj işleri, ışıklı masalar... Vaktiyle Nihat diye bir arkadaş vardı; o derginin dizgi işlerini görmekte. Kaç ay sürdü bilmiyorum, talebeyim henüz, biraz alacağım birikmiş. Alacağımı veriyor patronum; kaç lira hatırlamıyorum; o parayla Anafartalar'da bir kuyumcudan bir çift altın küpe alıyorum nişanlım için.

O küpeleri her görüşümde yıllardan beri o günleri, onu hatırlıyorum.

*

Saat onbeşe geliyor; bakanlar açıklama üstüne açıklama yapıyorlar. Helikopter sinyal vermiyormuş.

Kelimeler... Ne işe yararsınız siz? Kanat olabilir misiniz kanat? Kar araçlarına takılan demir palet olabilir misiniz icabında? Elinde minicik ilkyardım çantasıyla bir doktor, bir hemşire...

Veya bir Allah'ın kulu olsun da, sırtından pardesüsünü çıkarıp yirmi dört satten beri kar altında, tipi altında hayatla ölüm arasında gidip gelen kazazedelere ümit versin, su versin, söz olsun...

Ne işe yarıyor ki kelimeler?

*

Günün birinde Sivas'tan milletvekili seçiliyor; önceleri, sandık başına bile gitmeyeceğimi işiten eski ülküdaşlarım bana çok şirin bir şaka hazırlıyorlar. Yolda yürürken iki kişi koluma giriyor, bir arabaya bindiriyorlar. Şehir dışında bir yere gidiyoruz, iniyoruz; diyorlar ki, "sen oy vermeyeceğim demişsin; doğru mu?" "Doğru" diyorum, "kimseye oy vermeyeceğim bu seçimde". İçlerinden biri elini beline götürüyor, "Sen yine sözünde durmuş ol; sorarlarsa silah zoruyla oy verdim dersin!"

Gülüyoruz, gülüşüyoruz. İşin ucunda "Muhsin Başkan" var çünkü. O seçimlere koalisyon halinde giriyor sağdaki partiler.

O Meclis'e yakışıyor; Meclis de ona. Sonra partisinden ayrılıp kendi partisini kuruyor. Seçimler, seçimler, seçimler... Karşılaştıkça beni onurlandırmak için "üstad" diye hitab ediyor; ben ona "Başkan".

Karşılaştığımız ilk gün de "başkan"dı; şimdi ve hâlâ yine başkan.

İstatistiklere bakanlar, Muhsin Yazıcıoğlu'nun partisini tek kişiden ibaret bir küsurat partisi gibi görürler; sayılar böyledir; bu yüzden akıllı adamın biri, "saymalı değil, tartmalı" demiş vaktiyle.

Sayılacak değil, tartılacak adamdır o; tabii özgül ağırlık denilen şeyin terazisi varsa...

*

Nedendir bilmem yıllar geçtikçe ikiye bölünen o iki partinin irice olanına değil de ufak ama sevimli olanına ısındı kalbim. Rahmetli anacığımın vefatında bir evvelkiler kapımı çalmazken Muhsin Başkancılar, fakirhanemize gökten indirilmiş paraşütçü birlikleri gibi akın etmişlerdi de nasıl onurlanmıştım, nasıl içim kabarmıştı...

O gün dedim ki içimden, "ki bunlar kara gün dostlarıdır; salımıza girecek arkadaşlardır; hatırları büyüktür".

*

Saat 16'ya geliyor. Haber yok; bir nefes de mi yok?

Kelimeler, ne işe yararsınız siz; karlı dağların başında bir kibrit kadar olsun ışık olup ısıtmadıktan sonra...

*

Şakaklarında birkaç kır tel, alnında birkaç çile kırışığı. Bizim kuşağın en genci, en yakışıklı delikanlısı...

Ahmet Turan Alkan,Zaman



Bir sabah bir güvercin / Boynu bükük ve gözü yaşlı / Giden savaşçıların ardından ağladı.Bazı insanlar dava adamı olarak doğarlar. Ve hep öyle kalırlar. Çok genç yaşlardan itibaren hayatın bütün cenderesinden geçip fırtınalı hayatın soğuk rüzgârlarına direnecek yürek geliştirirler.

Dünyanın problemleri onlar için yaratılmıştır. Hainler, alçaklar, onların yüreklerine derece kazandırmak için vardır. Onlar yorulmaz, korkmaz, endişeye kapılmaz, ölüm kaygısı hiç taşımazlar. Onların özel hayatları olmaz. Hapishaneler, onlar için var olmuştur, itilmişlik, dışlanmışlık onlar içindir. Onlar için han duvarlarında mısralar kazınmıştır.

Gönlümü çekse de yarin hayali / aşmaya gücüm yetmez cibali / yolcuyum bir kuru yaprak misali / huduttan hududa atılmışım ben.

Ama bunlar, onların hiç umurlarında olmaz. Sürekli üzerine benzin dökülen bir milletin selameti için koşturur dururlar. Evlat kokusuna, yâr kucağına ayıracak vakitleri yoktur.

Dava adamları, hayatı hep uzatmalarda yaşar. Bu Anadolu'nun kavruk delikanlısı, yitik kuşağın en müşahhas temsilcisi de hayatı uzatmalarda yaşıyordu. 12 Eylül öncesi nereden geldiği belli olmayan bir kurşunla da ölebilirdi ya da Mamak'ta işkence görürken... "Arkadan enseme vuruldu, kafam bir yere çarptı ve alnımdan aşağıya doğru ılık ılık kan aktı. Hakaret ede ede, vura vura götürdüler, ayakkabılarımı, çorabımı çıkarttılar. Bir kalasın üzerine sırtüstü yatırıldım ve iple bağlandım. Kollarım açık olarak, üzerime omuzumdan bir kalas bağladılar, -T- şeklini aldım. Bir sandalyenin üzerine çıkartıldım. Kalas tavanda bir yere çengellere asıldı, sandalye altımdan çekildi, havada sallanarak boşlukta kaldım. O şekildeyken elektrik verdiler. İşkenceden ziyade soyundurulmuş olmaktan etkilendiğim anlaşıldığı için, sonraki sorgulara soyundurularak alındım. Bir ara omuzuma bir ot yastık konuldu. Çok rahatladım. Herhalde birisi bana iyilik yaptı dedim. Ama bir müddet sonra yastık ağırlaştı... Dedim ki; "Şu yastığı öbür tarafa kor musunuz?" "Yasak lan!" dedi. Anladım ki yastık da işkencenin bir parçası. Yemek yok. Su içmek yasak: Bir, psikolojik baskı gerekçesi olarak. Bir de cereyana verildiğimiz için, vücut susuz kalıyor, ani bir su içme halinde iç kanamadan ölümler meydana geliyormuş." Ya da hain bir trafik kazası sonrası da göçebilirdi bu dağdağalı dünyadan. Onun yaşamasından rahatsız olan hainler bir kuytu yer bulurlardı uzatmaları bitirecek.

Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır / Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum / Gözlerim parke parke taş duvarlarda / Açılıyor hayal pencerelerim / Hafif bir rüzgâr gibi süzülüyorum / Ben sonsuzluğu düşünüyorum / Ey Sonsuzluğun Sahibi, sana ulaşmak istiyorum / Durun kapanmayın pencerelerim / Güneşi kapatmayın / Beton çok soğuk, üşüyorum.

Biliyor musun bu millet seni çok sevdi. Senin bilmediğin kadar çok sevdi. Milyonlarca insan gece yarıları kalkıp dua etti. Son dakikaya kadar gittiğine inanmadılar ve umutla bir haber beklediler. Artık ne Mamak var ne işkencecilerin... Çıktığın yolculuk içimizi çok acıttı ama yolun açık olsun. Melekler yoldaşın olsun. İnşallah bir daha hiç üşümezsin.
28 Mart 2009, Cumartesi

Mehmet kamış,Zaman

24 Mart 2009 Salı

CNNtürk ve NTV darbe propagandası yaptı

CNN Türk Ekranlarında dün akşam 22:00'dan itibaren canlı olarak yayınlanan Ankara Kulisi programında Mustafa Balbay'ın "Darbe Günlükleri" masaya yatırıldı. Milliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila ve Radikal Ankara Temsilcisi Murat Yetkin'in sunuculuğunu yaptığı programa; Cumhuriyet'ten Cüneyt Arcayürek, Hürriyet'ten Mehmet Yılmaz, Zaman'dan Hüseyin Gülerce ve Star'dan Mustafa Karaalioğlu katıldı.

Oldukça gergin geçen konuşma sırasında Cüneyt Arcayürek'in "darbe" eksenli konuşmaları stüdyoda tansiyonu hayli yükseltti. Son derece sinirli olduğu gözlenen ve zaman zaman rengi kızaran Cüneyt Arcayürek, Mustafa Balbay'ı savunurken, sözkonusu günlükleri kitap yazmak için tuttuğunu savundu. Hatta bunların bir kısmını köşesinde yazdığını iddia etti. Arcayürek'in bu sözlerine ve fikirlerine genel anlamda sunucu Fikret Bila destek verince gerilim iyice yükseldi.

"DARBENİN BU KADAR ÖVÜLDÜĞÜ PROGRAM GÖRMEDİM"

Arcayürek'in "kitap" savunması üzerine; Balbay'ın komutanları kışkırtmak için söylediği sözler ve TSK'nın komuta kademesinde yapılmasını istediği değişiklikler hatırlatılınca Arcayürek, darbe istemenin normal olduğu yönünde konuşmaya başladı. Bu sözlere Mehmet Yılmaz da destek verdi. Fikret Bila'nın da aynı yönde fikir beyan etmesi üzerine Mustafa Karaalioğlu "hayatımda darbenin bu kadar övüldüğü başka program görmedim" diyerek tepki gösterdi.

TEPKİ TELEFONLARI YAĞDI

Karaalioğlu'nun sert tepkisi üzerine Fikret Bila araya girdi ve "reklamlara gidiyoruz" dedi. Darbeye övgü dolu sözlerin CNNTürk'ten yayınlanması üzerine vatandaşlar yoğun biçimde tepki telefonları açmaya başladı. Reklam dönüşünde Fikret Bila, programda darbenin övüldüğü yönünde vatandaşlardan yoğun telefonlar aldıklarını söyleyerek, savunmaya geçti ve programda sadece hukuksal konuşmalar yapıldığını söyledi.



Ancak gerilim burada bitmedi Cüneyt Arcayürek, Şener Eruygur'la ilgili konuşmaya devam edince bir noktada Murat Yetkin araya girdi. Bunun üzerine Arcayürek, "senin bilip yazamadıklarını söylüyorum" dedi. Murat Yetkin hemen savunmaya geçti ve "Sayın Arcayürek ben bildiklerimi yazıyorum" dedi. (Hatırlanacağı üzere Murat Yetkin, 2003-2004 yıllarında planlanan darbelerle ilgili ayrıntıları bilmek ama yazmamakla eleştiriliyordu.)

ERUYGUR'UN DARBEYE HAKKI VAR

Cüneyt Arcayürek, Şener Eruygur'un TSK iç hizmet kanunun 35. maddesi çerçevesinde darbe yapmaya hakkı olduğunu bunu mahkemede söyleyebileceğini iddia etti. Arcayürek sözkonusu dönemde darbeyi engelleyen Org. Hilmi Özkök'e de sert biçimde yüklendi.

Stüdyoda darbe övücüler ve darbe karşıtları arasındaki çizgi iyice keskinleşince ve yoğun tepki telefonları gelince Fikret Bila programı ilginç biçimde yönetmeye başladı. Programın ilk bölümünde olmadığı kadar kısa aralarla reklam verilmeye başlandı. Neredeyse konuşmacılar konuşturulmadan program yapıldı. Her reklam dönüşünde de Fikret Bila reklam öncesi bölümle ilgili uzun özet yaparak konuşma sürelerini iyice kısalttı. Sık sık reklam arası verilmesine konuşmacılar da tepki gösterdi. Hatta bu durum sorulunca Murat Yetkin de "anlamadım" şeklinde omuzlarını silkti. Reklam kuşağında ise geniş biçimde CNNTürk'ün program tanıtımları verildi.

NTV'de geçen hafta darbe çığırtkanlığı içeren sözlere yer verilmiş ve NTV yoğun tepki almıştı. Savcılığa suç duyurusunda bulunulduğu gibi RTÜK de harekete geçmiş, kamuoyundan yoğun tepki yükselmişti. Geri adım atan NTV özür dilemişti.

CNNTürk vatandaşlardan yoğun tepkiler üzerine aynı durumda kalmamak için programı reklamlarla paramparça etti. Sunucu Fikret Bila ise programın konusu "darbe günlükleri" olmasına rağmen konuyu Doğan Grubu'na kesilen vergi cezasına çekti ve programı bu vergi cezasının haksız olduğunu içeren yorumlarla bitirdi.

TEPKİLERİNİZİ BİLDİRMEK İÇİN
RTÜK İletişim Merkezi
444 1 178
Şikayetlerinizi internet yoluyla RTÜK'e bildirmek için tıklayınız

19 Mart 2009 Perşembe

SİYASETİN ÇİRKİN YÜZÜ, yâhût AK VE SAÂDET KAVGASI...

SİYASETİN ÇİRKİN YÜZÜ, yâhût AK VE SAÂDET KAVGASI...

Hüseyin Yılmaz Yazara Mesaj Gönder

İNANDIKLARIMI SÖYLEME ihtiyacı, zihnimi muhasaraya teşebbüs eden evhâm bulutlarını kuvvetli çöl rüzgârları gibi, def’aten dağıtıyor. Aksi takdirde yazı yazmak, düşündüklerimi ifâde etme imkânı kalmaz... Zirâ, okuyucu, en ufak vesileleri de büyük bahanelere çevirmek ve taarruza geçmek için, elde yalın kılıç hazır bekliyor, çoğu zaman. Maksadı, yanlışınızı tashhih değil, kellenizi gövdenizden ayırmak. Umûmiyetle bu temiz ölüme râzısınız ama, onunla da iktifâ etmiyor; hıncını yatıştırmak için kellenizi mızrağa geçirip teşhir ederken, leşinizi de itlerin önüne atıyor. Arkanızda sahnelenen, her ölünün hakkı olan dinî bir merasim değil, denîce bir tertib...

Ne yapalım, irfân kıtlığının zelil ettiği insanımıza yine de hitab etmeye, el uzatmaya mecburuz. Yazarın kaderi, çoğu zaman, muassırlarınca anlaşılmamak; sadece yazarın değil, düşünen herkesin... Kardeşlerimizden düşünce tashihi ve yol gösterme maksadı taşıyan irfân dolu yorumlar yerine, niyet okuyan, mahkûm ve tahkir eden yorum ismi takınmış tükürükler geliyor diye, susalım mı? Hayır!.. Susmayacağız, susamayız... Bir kaç adım önde yürümek, Mûsa olmak demektir... Arz’ı Mev’ud’a götürmek istediklerinizin her türlü naz ve niyâzı gibi, tahkir ve itirazlarını da göğüslemeye mecbursunuz; mecburuz... Son nefesimize kadar, hak ve hakikat taharrisi için yürümekte devam edeceğiz; durmak, düşmek demektir. Düşmemek için de yürüyeceğiz...

Bu girizgâhın sesebi, kalemin ucundan dökülmeyi bekleyen satırlara bir hüsn-ü kabûl hazırlamaktı... Mümkün mü, bilemem...

Mahallî seçimlere on gün kala siyâsî arenâ tam bir mezbeleliğe dönmüş vaziyette... Haysiyet ve şerefini düşünen, urbasında mukaddesâttan nişân taşıyanların bu arenâda yeri yok, olmamalı. Haber saatlerinde ekranlardan odalarımıza, oradan da zihin ve gönlümüze kerâhet selleri boşanıyor... Küfür ve hakâretlerin gırla gittiği, ahlâksızlığın bütün ar damarlarını çatlattığı bir cedelleşme bu. Ne oluyoruz? Meğerse beyler, milletin teveccühüne liyakatlerini isbat için boğazlaşıp küfrediyorlarmış... Bediüzzaman’dan bir kaç hakikat zihnimi şimşek parıltılarıyla aydınlatıp geçiyor: “Menfaat üzerine dönen siyâset canavardır.” (Mektubat; 456 ) “Siyâset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiâze edilmeli...” (Sözler; 658)

Bu arenâdaki boğuşmaların en elimi, AK Parti ile Saâdet Partisi arasında cereyan edeni... Bir babanın çocukları gibi, uzun yıllar aynı sofradan beslenip, aynı kaynaktan hararetini gideren kardeşler arası küçük bir niza değil bu; ölüm kalım savaşı... Âdem’in çocukları bir daha birbirilerinin varlıklarından rahatsızlar, Habil ile Kabil’in kavgası ibret dersi telkin etmemiş, adetâ menfiyi teşvik eden bir rehber olmuş... Niçin? Değer mi?..

Şu denî dünya, bu kadar haysiyetsizliğe değer mi; üçbeş yıllık dünyevî saltanat için bunca ahlâksızlık irtikâb edilebilir mi? Maksad, Allâh rızâsı için millete hizmetse, bu kavgada Allah’ın rızâsı yok, olamaz... Maksad, bütünüyle dünyevî bir menfaat ve siyâsî bir hırsın tatminiyse, mukaddesâttan işaret taşıyan urbalarınızı sırtınızdan sıyırıp bu pis arenâya çıplak buyurunuz. O zaman, diğerleri gibi, tam serbest ve hür olursunuz: Bütün işretler serbest, bütün ahlâksızlıklar mübah, bütün küfürler emre hazır nârâ... Keyfinizce boğuşunuz, yahût hayâsızca...

Ama çehrenizi, sünnete muvafık bıyıklar süsleyecekse; simânızı, her şeye rağmen bütünüyle terketmeyip zayıf düşmüş uhrevî bir ışıltı aydınlatacaksa, daha müeddeb olmaya mecbursunuz. Sadece ikiz kardeşinize karşı değil, hasımlarınıza karşı da edebinizi muhafaza etmelisiniz... Üstâd haklı, millet bütün sınıf ve şuubatıyla yüzde altmış yetmiş mütedeyyinleşmedikçe, dindar yaftası taşıyanlar, siyâset aranâsına bu kadar fütursuzca atlamamalı...

Sonra bu yersiz kavgada, amme menfaati de yok... Saâdet Partisi’ni bir çok yerde teşvik eden veya müsamaha ile karşılayan CHP ve MHP’nin müteharriki Saâdet muhabbeti değil, AK Parti adavetidir. Ama Saâdet bunu görmezlikten geliyor... Bu iki parti birbirilerine amansızca kılıç çekip, tâkattan düşürerek hasımlarının ekmeğine yağ süreceklerine, akıl ve insaf düsturları içinde işbirliğine gitmeliler. İkisinin boğuşmaları üçüncüye galibiyet sağlıyorsa, bu vebali taşımamaları iktizâ eder... Ama bunun alâmetleri görünmüyor. Bu zor işi gerçekleştirmek, bütünüyle vatandaşın ferasetine kalmış gibi. Yazık!...

Bediüzzaman’ın sesi kulaklarımda çınlamaya devam ediyor: “Birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler...” (Mektubat; 259) Doğrudur Üstâd’ım, üstelik bugün bu derse, herkesten çok, şâkirdlerinin ihtiyacı var... Emvâttan himmet beklenilmez, ama sen ölü değilsin, tasarrufun devam ediyor; müjde sana âit ve himmet bekliyoruz...

18 Mart 2009 Çarşamba

Darwin’le Kilise arasındaki savaşta Müslümanların yeri neresi (mi)? -1

Darwin’le Kilise arasındaki savaşta Müslümanların yeri neresi (mi)? -1
17 Mart 2009 Salı


Önce, önemli bir hatırlatma: e-mail şifrem ‘hacker’ denilen kişilerce kırıldı.. Bu yolla, ele geçirdikleri adreslere benim adıma bir takım mesajlar veya talebler iletilmiş olabilir..

12 Mart 2009 günü sabah saatlerinden itibaren, (cakirgil@yahoo.de) adresinden gelen hiçbir şeyin beni bağlamadığını belirtiyor ve bu adresten gelen her türlü mesajı açmadan silip atmalarını hatırlatıyorum..

Bu vesileyle, benim adıma birileri tarafından rahatsız edilenler olduysa, benim elimde olmayan bu teknolojik tuzak için, üzüntülerimi belirtiyorum..

Yeni adresim ‘e-mail’ adresim: (secakirgil@yahoo.com)

***

Biz müslümanlar dünyayı, canlı ve cansız âlemleri, mükevvenatı yorumlarken, temel ölçü olarak Kitâbullah’ın, Kur’an’ın bildirdiklerini esas alırız.. Yoksa, bu varlık (ve yokluk) âlemini, bu sonsuzluk âlemini yorumlarken, tıpkı başkaları gibi bocalarız..

Nasıl bocalanılmasın ki, sadece bizim dünyamızın da dahil olduğu Güneş Sistemi, 9 gezegeniyle birlikte, bu sonsuzluk âleminde sadece küçük bir nokta hükmündedir.. Ve, ‘Galaxie’ denilen ‘Samanyolu’nda milyarlarca güneş sisteminin bulunduğunu bildirmektedir kozmografya ilmi bize..

Bu mükevvenat’ın niçin ve nasıl yaratıldığının aslî ipuçlarını Kitâb’ımızdan öğreniriz ve onların üzerinde tefekkür eder, düşünürüz.. Ve bu âlemler üzerinde, ‘kainat kitabı’nı okuyup anlamak hususunda, Kur’an bizi devamlı tefekküre davet ile, sık sık, ‘Niye tefekkür ve akletmezsiniz?’ diye ihtarlarla ikaz etmektedir.. Yani, hem Kur’an kitabını, hem de kainat kitabını okuyup anlamakta, tefekkür ve temâşa etmekte, alabildiğince özgür bir alana davet ediliriz.. Yani, bu aslî inanç dairesi içinde, hikmet / felsefe ve tecrübî bilimler yoluyla, mükevvenatın esrarını keşfetmek yolunda çaba harcamak, insanlığın hayrına olması şartiyle bir de teşvik edilmiştir..

*

Baqara-117’de ‘(Allah) bir şeyi dilediğinde ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir..’ buyrulur; ama, Kur’an’da, yaratılışın tedricî de olduğu bildirilir..

‘Biz herşeyi sudan yarattık..’ meâlindeki âyeti düşünelim..

İnsanın yaratılışıyla ilgili murâd-ı ilahî’nin açıklanması ve sonrasıyla ilgili âyetlerde ise, ‘Biz insanı ‘tıyn’ ve ‘turab’dan, ‘salsal’dan, fakhar’dan halkettik..’ meâlinde işaretler vardır.. Bunların herbirisi ‘toprak, çamur, yoğrulmuş ve pişirilmiş kerpiç’ gibi mânalara gelmektedir.. ‘O sizi bir tek nefs’ten Yaratan’dır..’ meâlindeki âyetler gelir.. Ve bunu, ‘Biz insanı bir damla sudan ve bir kan pıhtısından halkettik..’ meâlindeki âyetler takib eder..

‘Mesnevî’ müellifi ünlü Celâleddin-i Rûmî, 750 yıl öncelerde, bir şiirinde, ‘Akıl hissin 500 yıl arkasından gelir.. Ben parmağımın ucuna baktığım zaman, orada birbirini yutan hayvancıklar görürüm.. Ey akıl sahibi, bunu sen benden ancak 500 sene sonra görürsün..’ der..

Bu söz bugün için hiç de şaşırtıcı değildir.. Çünkü, 130 sene öncelerde, ilk olarak mikrop keşfedileliden beri ve ‘mikro-cosmos’ denilen ve çıplak gözle görülmeyen küçük mükevvenatın, âlemlerin sırları hakkında bugün artık çok şeyler biliyoruz.. O ‘mikro-cosmos’ âleminde de, görünür âlemde olduğu gibi, nice canlılar diğerlerini yutmaktadır.. Ki, kan hücrelerinden akyuvarların ‘leucocyte’lerin, ‘phagocytose/ hücre yutarlığı’ özelliğiyle mikropları veya marazî olarak da diğer kan hücrelerini yuttuğu bilinmektedir..

900- 1000 sene öncelerdeki müslüman bilgelerin kitablarına bakıldığında dünya, ay, güneş ve yıldızların felekler âlemi olarak isimlendirildiğini, bu âlemlerin âlemlerin dönmekte, hareket halinde olduklarını anlatmak için de, çarh ettiklerinden sözedildiğini görürüz..

Sözgelimi, 900 sene öncelerde, Muhammed Ebu-r’Reyhan el’Birûnî, Gazne’li Mahmûd’un Hind diyarına yaptığı seferlere katılıp, orada aradığı geometrik şekle sahib bir dağ oluşumunu esas alarak, güneş ışığının yeryüzüne gelişinin muhtelif saatlerindeki kırılma indilerinden hareketle, çeşitli yerlerdeki namaz saatlerini belirlemesi ve bazı mesafeleri ölçmesi ve hattâ, ay ile dünyanın arasındaki mesafeyi bile bugünkü rakamlara yakın bir şekilde hesab edebilmesi ilginçtir..



*Müslümanlar, mükevvenatın sırrlarını inanç, hikmet ve tecrübî ilimlerle kavrama cehdine yabancı değilken..

Keza, bin sene öncelerde yaşayan Ömer Khayyâm’ın bir şair olduğu kadar, çağının en büyük felekiyât (kozmografya) ve riyaziyât (matematik) bilginlerinden de olduğu bilinmektedir.. Esasen, bu, onun rubaîlerine de yansımıştır.. ‘Kendi çarkını döndürmeye bak, döndükçe dünya..’ diyen ve kendisini ‘Yaratan’ın san’atını anlamak isteyen birisi’ olarak gösteren Khayyâm’ın bu derin ve rindâne bakışı, rubaiyâtının hemen her tarafına serpilmiştir..

O bilginler ki, evrenin özetidirler;

Düşüncelerinin atı göklerde gezer..

İş kavramaya gelince Senin özünü,

Şaşkınlıktan, felek gibi başları döner..

*

Feleğin çarkı döner,ne tuz bilir, ne ekmek..

Balık gibi, çıplak kor gider bizi felek..

Kadınların çıplakları giydiren çıkrığı,

Feleğin çarkından daha hayırlı demek..

*

Gönlünce de dönse, bu dünyanın sonu ne?

Okunup bitse de ömür destanın, sonu ne?

Yüzyıl dilediğince yaşadın diyelim,

Bir yüzyıl daha yaşasaydın, sonu ne?

*

Senden-benden önce de vardı bu gün ve bu gece..

Felek dönüp durmadaydı, hep bu gördüğünce..

Usûlca bas toprağa, çünkü bastığın yer,

Bir güzelin gözbebeğiydi beş-on yıl önce..

*

Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?

Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe?

Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen,

Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte..

*

Yerin dibinden yıldızlara dek,

Ermediğimiz sır kalmadı pek,

Her düğümü çözmüş insanoğlu;

Ecel düğümünü var mı çözecek?

*

Tepemizde dönüp duran gökler..

Büyücünün fânusu gibidirler..

Güneş, bu fânus içinde lamba..

Biz de, gelip geçen görüntüler..

*

Büyükse de isyanım, kötülüklerim,

Yüce Tanrı’dan umut kesmiş değilim..

Günahtan sarhoşum, ama, dilekten ayık..

Umudumu rahmetine bağlamışım ben..

*

Feleği döndürebilir misin murâdınca?

Ne çıkar gök yedi kat değil, sekiz katsa..

Ergeç toprağa karışıp gidecek gövdeni,

Ha ovada kurt yemiş, ha mezarda karınca..

*

Khayyâm, bak şu mavi gök nasıl kurulmuş;

Açmış çadırı, kesmiş dedikoduyu, susmuş..

Varlığın kadehinde, çünkü, ezel sâkisi,

Bin Khayyâm kabarcığı belirtip yok etmiş..

*

Evet, Ömer Khayyâm’ın bu mısralarında bir kalender, rind ve hattâ dünyaya boşvermiş bir yaklaşım olduğu gibi, o zamana göre, mükevvenata çok derin bir bakış açısı vardır..

800 sene öncelerde yaşayan Ferîduddin-i Attâr’ın eserlerinde de sık sık, çarhetmekte olan bir ‘felekler/ yıldızlar âlemi’nden sözedildiğini görürüz.. Yani, dünyanın veya ‘macro-cosmos’un (büyük mükevvenatın, âlemlerin) gözle görülmesi imkansızlaşan derinlikleri düşünüldüğünde; bunun henüz optik gözlemler olmaksızın da, ‘dönüş’le ifadelendirilmesi ilginçtir..

Gerçi, Semerqand, Buhârâ, Nişabur, Tûs gibi gibi merkezlerde, dev rasadhanelerin ve teleskop düzenlerinin kurulması daha sonraki dönemlere aid ise de; Avrupalılara göre yine asırlarca öncelerdedir.. O zamanlar, Avrupalılar ise, Kilise’nin bildirimine göre, ‘Dünya düzdür ve Jerusalem / Beyt-ul’Muqaddes (Kudüs) onun ortasındadır ..’ derken; müslüman araştırmacılar felekiyât ve ilm-i nucûm /yıldızlar ilmi, müneccimlik sahasında dolaşıyorlar ve felekler âleminin hareketlerinden, çarhın dönmesinden sözediyorlardı.. Galile’nin, ‘Dünya dönüyor‘ dediği için, afaroz tehdidiyle ‘Engizisyon Mahkemesi’ne çekilip, orada 70 yaşlarındayken, ‘söylediklerinin saçma olduğunu’ beyan ederek afaroz edilmekten kurtulması ve amma, mahkemeden çıkarken, ‘Ben ne yapayım, ben dönmüyor desem de o yine de dönüyor..’ deyişi ise, henüz 350 sene öncelerdedir..

*

*Müslüman bilgeler, yaratılışın mahiyetini anlamaya çalışırken, Avrupa skolastik uykusundaydı..

Ve 950 sene öncelerde, İbn Misqaweyh’in, yaratılışın sırrını düşünürken, mükevvenatın varedilişinin tedricî, yani, derece derece/ merhale merhale de olduğuna dair Kur’anî beyanlardan hareketle; yaratılışı ‘cemâdat’ (cansız varlıklar)dan nebâtat’a (bitkilere), nebâtat’tan hayvânat’a, hayvânat’tan da ‘insanat’a ve basitten girifte doğru bir gelişme içinde olduğunu anlattığını hatırlayalım..

Bu mânayı Celaleddin Rûmî de, ‘Mesnevî’sinde şöyle anlatır:

‘Ez cemadî mordem’û nâmî şodem..

(Cansızlar âleminde öldüm, bitki haline geldim..)

Ve’z nemâ mordem, be hayvan serzedem..

(Bitkiler âleminde de öldüm, hayvan oldum..)

Mordem ez hayvânî’y-û, âdem şodem..

(Hayvanlıktan da ölerek, insan oldum..)

Pes, çi tersem,? Key z’morden, gumşodem..

(O halde, niye korkayım? Ölmekle ne zaman kayboldum ki?)

Hamle-i diger, bemirem ez beşer,

(Bir hamle dayaa yapıp, insanlıktan da öleyim..)

Tâ, ber-arem, ez melaik bâl’u per..

(Taa ki, melekler âleminde kanat açayım..)

Ve’z melek hem, bâyedem custen z’cevv,

(Meleklikten de sıçrayıp çıkayım..)

‘Küll-i şey’in hâlikun, illâ vechehû ..’ (Qasas-88’den..)

(O’nun yüzünden gayri herşey yokolacaktır..)

*

İnsan, mükevvenat, yaratılış ve Yaratan konusundaki benzer izah çabalarını, (miladî -1100 -1180 arasında yaşamış olan) Endülüs’lü büyük bilge İbn Tufeyl’in ‘Hayy bin Yekzan’ isimli romanında da görmek mümkündür.. Ki, onun da, kendisinden 100 yıl kadar öncemlerde yaşamış olan İbn Sinâ’nın aynı isimli eserinden ilham alarak o ilginç eserini yazdığı tahmin edilmektedir. Hayy, bir adada dünyaya gelir ve hiçbir dil bilmez ve hiç bir insanla da karşılaşmaz ve buna rağmen, kendisini, hayatın mânasını, kainatı ve Yaratan’ını tanıma çabası içinde olur..

Denilebilir ki, mükevvenatın anlaşılması yolunda, insanoğlu, hemen daima, derin tecrübî çalışmalara, hikemî /felsefî bakış açılarına yönelmiştir ve bu durum, sadece Doğu dünyasıyla sınırlı olmayıp, bu gibi arayışlar, çabalar ve nitelemeler diğer toplumlarda da benzer şekilde dile getirilmiştir..

Ancaak, asıl görülmesi gereken husus, bu tefekkür çabalarının İslam açısından bir de teşvik ve hattâ emredilmiş olmasıdır.. Ve ayrıca Resul-i Ekrem (S)’in ‘Bana eşyanın sırrını öğret..’ ve ‘Bana te’vil gücü ver..’ diye niyaz ettiğine dair rivayetleri de burada hatırlayalım.. Ne var ki, akıl, hikmet ve inancı birbirinden ayrılmaz bir akıl ve kalb faaliyeti olarak gören müslüman bilgeler, her konuda derinlikli bilgi sahibi kimse manasında ‘allâme’ diye nitelenirken, hele de tecrübî ilimler alanında ihtisaslaşmaya yönelmek gibi bir eğilime fazla itibar etmediler. Bu da, Şarq /Doğu dünyası (Morgenland) ile Garb/ Batı dünyası ‘Magribzemîn / (Abendland) arasında, son yüzyıllarda bir temel farklılık meydana getirdi. Ve, Garb/ Batı dünyası, ‘niçin’den ‘nasıl’a yöneldi, varlıklar âlemini nasıl olduğunu akıl yoluyla kavramaya çalıştı..

‘Niçin’, daha çok temâşa ve hikmet alanıydı ve hiss’e, ilhama, manevî keşfiyat denilen ârifâne hallere, kalbî duyuşlara ve zihnî tasavvurlara dayanıyordu..

‘Nasıl’ ise, sebeb-sonuç ilişkisini akıl yoluyla kuruyor ve şübhelerden hareket ederek denemelere girişiyor ve sonuç alamayınca o denemeleri bırakıyor veya erteliyor, netice aldığını gördüğü zaman da onun daha ileri merhalelerine gidiyordu..

Ama, burada, karşısına Kilise çıkıyordu..

Avrupalı kafa, bu ‘nasıl’ları, Kilise’nin karşı çıkmasına rağmen, son üçyüz içinde düşünmeye başladı.. Belkide, bu tecrübî akıl yolunun açılması, Kilise baskılarının hesabda olmayan ve amma kaçınılmaz bir semeresi olarak ortaya çıktı..

Çünkü, 1543’lerde ölen (Polonyalı) Nicolas Copernicus’lar ve 356 sene öncelerde ölen Galile’ler ve 120 sene öncelerde ölen Darwin’ler ve daha başkaları böyle zuhûr ettiler.. Ki, Copernic, kendisi de bir kardinal olmasına rağmen, kardinalliğini yaptığı kilisenin kulesinden yaptığı gözlemlerde yaptığı astronomik ve optik gözlemlerin sonuçlarını açıklamaktan ve Kilise’yle karşı karşıya gelmekten kaçındı.. Copernic’e gelinceye kadar, dünya kainatın merkezi ve güneş de dünyanın etrafında dönüyor zannedilirken, Copernicus Güneş Sistemi’nden ve dünyanın ve gezegenlerin Güneş etrafında döndüğünden sözetti ve Kilise’nin görüşlerine aykırı görüşlerini kaleme aldı, ama, bunlar kendisi hayattayken yazılamadı ve bir etkisi de görülemedi.. Ama, kendisinden çok sonralarda da olsa, Kepler gibi beyinlerin ufkunu açtı..

Halbuki, müslüman dünyasında bu gibi konuları tefekkür etmeye hiçbir engel yoktu..

Bu bakımdan, denilebilir ki, Kilise’nin insan aklına, düşüncesine zencir vurmaya kalkışması, Avrupa’daki daki aklî faaliyetlerin tetikleyicisi oldu.. Ve, Doğu dünyasında ve müslüman bu arada müslüman coğrafyalarında inanç ile, ya da temâşa ve tasavvurla kavranan veya bilinenler, Avrupa’da aklî temellere dayandırılarak, Kilise’nin tezlerine karşı tez ve görüşler halinde geliştirildi.. Yani, problem, Kilise ile hrıstiyan dünyasındaki o dünyadaki akıl sahiblerinin arasındaki mücadeledir.. Bunu müslüman toplumlara uygularsanız, bizim temel değerlerimize, anlayış ve idrak ölçümüze aykırı bir ucûbe çıkar ortaya..

Çünkü, müslüman toplumların inanç, akıl ve hikmet ve akıl alanları arasındaki irtibatını belirlemekte bir problem yoktur, 1400 yıldan beri..

Avrupa’daki, bu Kilise paradigmasına karşı gelişen bu akıl başkaldırısı, ‘eşya’nın, genel olarak o zamana kadar bilinmeyen gizli kanunlarının keşfedilmesi alanında, geniş ufukların açılmasına zemin hazırladı ve sonunda Kilise de eski güç gösterilerinden ve iddialarından büyük çapta geri adım atmak zorunda kaldı ve ‘Büyük Sanayi İnkılabı’ dönemine ve insanın ‘fizikî/ tecrübî ilimler’ eliyle herşeye muktedir olabileceğine ve ‘bilim’in sınırsız bir güç olduğu kanaatini, ‘en hakikî mürşidin, ‘bilim’ler olduğu’ görüşünü bayrak edinen materyalizm, gemlenemez bir gelişme çizgisi göstererek, özellikle miladî-19. asrı baştan başa kapladı..

Ve dahası, materyalizm, insanı ve maddî olarak var olan herşeyi denemeyle anlaşılabilir nesneler olarak algıladı.. Bu aklî/ tecrübî ilimler sahasında elbette bir hayli ilginç sonuçlar da elde edildi.. Ama, bu çabalar, insanın ruhî/ manevî dünyasını ve de varlıklar âleminin / mükevvenatın yaradılışın sırrını ve ‘niçin’ini kavramaya yetmiyecekti..

*

*Tarihî arka planı ve sosyal şartları görmeden, Darwin’lerin ve bütünüyle materyalistlerin anlaşılması nasıl olur?

Hele, bir takım deneme ve araştırmaların sonucunda, insan’ı havyanla aynîleştirmek gibi, onu sadece sıradan bir canlı yaratık durumuna indirgemeye varan Darwin Teorisi ortaya çıktı..

Unutmayalım, o dönem, Marx’ın, dünyayı yeniden tanzim etmeye çalışırken, kendi anlayışına göre her şeyi yerli yerine koymaya kalkıştığı ve amma, insanın manevî vechesinin, ruhunun olduğunu unutan ‘bilimsel sosyalizmi’nin, komünist dünya görüşünü sistemleştirdiği bir dönemdir.. Kezâ, Friedrich Nietzsche’nin, ‘zayıfların korunmaması gerektiğini, sadece güçlülerin yaşama hakkına sahib olduğunu’ düşünen ve zayıflara merhamet çağrısı yaptığı için, Kilise’yi hastalıkların merkezi, odağı olarak gören ve Kilise’ye karşı en acımasız savaşı açıp, ‘Anti-Christ’ ( Deccal) adını verdiği saldırgan eserini yazdığı ve bir gücetaparlık anlayışını geliştirdiği; keza, August Comte’un, materyalizm mektebini en sistematik şekilde tesis etmeye çalışırken, Kilise’ye karşı bir karşı din geliştirmek gereğini duyup, ‘Le Religion d’Humanité’ (İnsanlık Dini) adıyla yeni bir din kurmak gerekliliğini duyduğu bir çağdır..

Evet, Darwin’in ortaya çıktığı dönem ve araştırmalarının bu kadar tepki alması, ateist anlayışların en fren tutmaz şekilde hız aldığı bir dönemdir..

Bizde de, son 130 yıl boyunca, Baha Tevfîk, Beşîr Fuâd, Tevfîk Fikret ve M. Kemal gibi isimlerin de, Avrupa’daki bu cereyanları, ayrı bir dünyanın ve kültürün mes’elelerini çağdaşlaşmanın/ modernleşmenin kaçınılmaz gereği zannederek, İslam kültür ve medeniyetinin kucağında şekillenen toplumumuza, hem de en jakoben / tepeden inmeci, baskıcı, diktatör yöntemlerle kabul ettirmeye kalkıştığını ve bunun aynı çizginin devamı olduğunu da hatırlayalım.. Bu tarihî arkaplanı hatırlamadan Darwin konusunun tartışmalarını tam olarak kavramanın zorluğunu ortadadır..

İngiltere’de 1809’da doğan Darwin, 1859’da ‘On the Origin of Species’ (Türlerin Kökleri) adıyla ve de miladî-19.yüzyıl materyalizmine paralel olarak ortaya attığı yaratılış ve evrim / tekamül teorisiyle, Kilise’nin birçok iddia ve izahlarını mantıken geçersiz kılacak bir tablo ortaya çıkarıyordu..

Darwin’in en çarpıcı ve tartışma meydana getiren teorisi, insanın, tekamül/ evrim yoluyla maymundan gelişmiş olabileceği şeklindeki nazariye/ faraziye/ teori görüştü.. Bu, tabiatiyle, insanın varoluşuyla ilgili olarak, insan’ı Âdem - Havva (Adam / Eva) ile başlatan dinlerin öğrettiklerine kesinlikle aykırı idi.. Ama, bu teori, netice itibarıyla ‘bilimsel kanunlar’a kavuşmuş değildi ve halen de tecrübî ve bilimsel metodla isbatlanamıştır..

Sözgelimi, 1905 yılına kadar, ‘atom, maddenin parçalamayan en küçük parçasıdır..’ görüşü bir fizik kanunu halinde idi.. Ve, ‘atom’un parçalanabileceği ve ortaya muazzam bir enerji çıkacağı’ şeklindeki bir görüş, teorik olarak dile getiriliyordu.. Ama, bu faraziye, bu teori, 1945 yılında ilk atom bombasının patlatılmasıyla, teori olmaktan çıktı, bir fizikî gerçekliğe dönüştü ve önceki fizik kanunu terkedilip, yeni bir fizik kanunu şekillenmiş oldu..

Şimdi, Darwin’in görüşü de böyledir ve ortaya bir fizik veya biolojik kanun olarak konulmuş bir gerçeklik sözkonusu değildir.. Doğrulanmamış olması, elbette yanlışlığını da gerektirmez..

Ama, bir teoriyi, bilimsel düşünceye sahib olmanın temel şartı olarak kabul ettirmeye çalışmak, gerçekte inanca karşı, bir alternatif inanç oluşturma çırpınışından başka bir şey değildir.. Tıpkı, Comte’un ‘Kilise’ye karşı mücadele ederken, ‘İnsanlık Dini’ diye bir ‘uyduruk din’ kurmakurmaya kalkışması veya her türlü kutsala karşı savaş açan bir totaliter laikliğin, kendisini bir ‘laik kutsallık’ halinde zorla dayatması gibi bir traji-komik durum..

(Konunun devamını bir diğer yazıda ele alalım, inşaallah..)


Selahaddin Eş Çakırgil

Darwin’le Kilise arasındaki savaşta, Müslümanların yeri neresi (mi)? -2



İng. Charles Darwin‘in doğumunun 200. ve ‘On the Origin of Species’ (Türlerin Kökleri) isimli eserinin yayınlanmasının 150. yıldönümü dolayısiyle, ‘darwinizm’ tartışmaları yeniden daha bir gündeme oturdu..
Darwin’in uzuuun yıllar süren araştırmalarının sonucu olarak ortaya attığı ve ‘canlıların, başka canlılara dönüşebildiği ve insanın da başka bir yaratıktan (ki bu genel olarak maymun olarak ileri sürülüyor) evrimleşme yoluyla meydana geldiği’ne dair miladî-19.yüzyıl materyalizmine paralel olarak ortaya attığı yaratılış ve evrim / tekamül teorisinin dünyada bu kadar tartışma meydana getirmesi, Kilise’nin bir çok iddia ve izahlarını mantıken geçersiz kılacak mahiyette olmasından ileri geliyordu.. Ve esasen, 19. yüzyılın materyalist/ ateist (tanrıtanımaz) anlayışları, Kilise’nin paradigmalarına/ aqîde çerçevesine karşı uzun bir zamandır mücadele veriyordu.. Darwin’in teorisi de, bu materyalist/ ateist cereyanlara ayrı bir güç verdi.. Halbuki, bir teorinin, bilimsel düşünce sahibi sayılmak için şart imiş gibi gösterilmesi, tam bir bilimsel hokkabazlıktır.. Çünkü, tecrübî ilimlerin araştırmaları sonunda varılan kanunlar bile, ancak tahlil ve tedkîk ve denemelerle mantıken çürütülmedikçe geçerli kabul edilirken; kesinlik kazanmamışken teorilerin, varsayımların mutlak gerçekmiş ve bilimsel düşünce için temel gibi gösterilmeye ve kabul ettirilmeye çalışılmasını, gerçekten de hedefin sıradan bir bilimsellik değil, ateizm olduğunu göstermektedir..

Darwin’in en çarpıcı ve tartışma meydana getiren teorisi, insanın, tekamül/ evrim yoluyla maymundan veya maymun benzeri bir diğer canlıdan gelişmiş olabileceği şeklindeki görüştü.. Bu, tabiatiyle, insanın varoluşuyla ilgili olarak, insan’ı Âdem - Havva (Adam / Eva) ile başlatan dinlerin öğrettiklerine kesinlikle aykırı idi..

Tekrarlıyalım ki, Darwin’in uzuuun ve ciddî araştırmaları sonunda elde ettiği bulgu ve sonuçları, dar bir anlayışla ‘Bunlar Kilise paradigmasına, aqîde sistemine aykırıdır..’ diye toptan reddedenler olduğu gibi; onu ilginç bulanlar da oldu ve dahası, onun teorilerini, bilimsel çalışmaların temeli olarak, kesin bir inanç gibi ve ilmî bir kanun olarak kabul edenler de.. Ki, bunlar genelde, ‘din’lerin ‘dogma’ dedikleri statik, durgun ve değişmez kesin hükümlerine karşı çıkıyorlardı, ama, kendileri de bu teorinin kesin olarak kabul edilmesini, bir ‘bilimsellik dogması’ olarak dayatmaktan kaçınamıyorlardı..

Halbuki, adı üstünde bir teori idi, bir faraziye/ varsayım idi..

Ancaak, bu varsayım, Kilise’ye karşı mücadelenin ve daha genelde, dünya çapında ‘tanrıtanımazlığın bir bayrağı’ halinde kullanıldığı için, Darwin hep tartışıldı ve bugün de tartışılmakta.. Ve, doğumunun 200. ve ‘Türlerin Kökeni’ isimli kitabının/ teorisinin yayınlanışının 150 . yılı münasebetiyle, bu sene daha bir hararetli anılıyor Darwin..

*

Netice itibarıyla bunlar ‘bilimsel kanunlar’a kavuşmuş değil..

Buna rağmen, bazıları, ‘yerçekimi de bir teoridir..’ diyebilmekte ve ‘bu, ‘teori’ diye reddedilecek midir?’ demekteler.. Halbuki, açıktır ki, yerçekimi bir teori değil, bir fizik kanunudur, artık.. Onu da teori olarak görenler, kendilerini biraz yüksek biryerden bıraksınlar bakalım, o zaman, yerçekimi bir teori midir, gerçek midir, anlayacaklardır..
Darwin ise, insan bedenine benzerliği açısından maymun veya benzeri bir başka canlıyı, insandan önceki canlı olarak değerlendindirmiş.. Ama, aynı biyoloji ilmi, ‘bir canlının bir başka canlıya istihale yoluyla geçişi mümkün olsa bile, o ilk canlı nesli tedavülden kalkmadan bunun mümkün olmadığını’ da söylüyor.. Çünkü, eğer o iddia gerçek olsaydı, maymun gibi yaratıkların kemikleri veya fosillerinin, tıpkı dinazorlar veya mamutlarınki gibi, kazılarda bulunup anlaşılmaya çalışılması gerekirdi..
*
*’Evrim teorisi’, 'bilimsel yanılgı' mı, ‘ateist dayatma’ mı?
Kaldı ki, bizzat Darwin bile, ‘Türlerin Kökeni’nde, şu itirafı yapar: ‘Eğer gerçekten de türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız arageçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün tabiat bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde?
Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz? Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil ve jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır?
Belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.’

Bu sözlerinden hareketle, denilebilir ki, Darwin, kendi bulguları ve yorumlamalarında, darwinistler kadar darwinist değil..

*

Nitekim, Robert B. Downs da - Prof. Erol Güngör’ün tercüme ettiği- (Dünyayı Değiştiren Kitaplar) isimli eserinde Darwin’in yaptığı araştırmaların sonunda nereye vardığını izah etmeye çalışırken, çaresizlik içinde ellerini açıp, şöyle dediğini aktarır: ‘Böyle karmaşık meselelere en ufak bir ışık dahi tuttuğumu iddia edemem. Herşeyin başlangıcındaki sır bizim için çözülemez bir halde duruyor; şahsen bir agnostik (bilinemezci) olarak kalmaktan memnunum.’ (s.290)

Denilebilir ki, Darwin’in akıl yoluyla tanrı inancına ulaşmak gibi bir çabası yok.. Tanrı’yı yalanlamak gibi bir çabası da yoktu, belki.. Ama, takibçileri onun teorisini, bir ’alternatif yaratılış inancı halinde ve bilimsellik iddialarıyla sarmalıyarak sunmaktalar..

Kilise, genelde, ilk insanın dünyaya gelişiyle ilgili olarak, ‘evrim teorisi’ni İncil'le çelişiyor olarak düşünüyor . Buna rağmen, Katolik Kilisesi Darwin'i hiç kınamadı. 4 yıl öncelerde ölen Papa II. Jean Paul, evrimin ’basit bir hipotezden ibaret olmadığını’ söylemişti. Ama, Katolik dünyasının önde gelen isimlerinden biri ve Papa XVI. Benedicktus'un eski bir öğrencisi olan Kardinal Christoff Schoenborn, Darwin'in ’naturel selection/ tabiî ıstıfa/ ayıklama’ teorisinin Hristiyan inanışıyla uyum göstermediğini dile getirmişti..

Geçen hafta Vatikan’da bu konuda tertib olunan bir konferansta, Amerikalı biolog Prof. Francisco Ayala ise, Yaratılış (bir yaratılışın bir Yaratıcı tarafından gerçekleştiği) Görüşü’nü savunanların ortaya attıkları ve Yaratılış’ın mutlaka insanüstü, bir üstün zekâ tarafından planlandığı görüşüne dayanan ‘akıllı tasarım’ teorisinin yanlışlarla dolu olduğunu söylüyordu..’Organizmaların tasarımı zeki bir mühendisten beklenecek gibi bir durumda değil. Kusurlu ve daha da kötüler..’ diyen Ayala, ‘Arızalar, fonksiyon bozuklıkları, tuhaflıklar dünyayı istila ediyor.’ görüşünde.

Bütün bunlar gösteriyor ki, Evrim/ Tekamül nazariyesi de, yaratılışçıların tezlerini aklî bir temele oturtmak için ortaya attıkları ‘akıllı tasarım..’ nazariyesi de henüz bir teori merhalesindedir; aklî ve bilimsel kesinliğe kavuşmamıştır.. Buna rağmen, inançların bütünüyle aklî izahlara dayanması gerekmez.. Ne var ki, materyalist ve ateistler ve taibatiyle laikler de de, kendi görüşlerinin bir inanç gibi kabul edilmesini istiyorlar, bekliyorlar ve dayatıyorlar..

Nitekim, Henry Morris, ‘The Long War Against God /Tanrı’ya Karşı Uzun Savaş’ isimli eserinde, ‘Evrimcilerin yaratılışı savunan saygın bilim adamlarına bakış açılarının hiç de bilim adamına yakışan bir tavır olmadığını’ ifade ederken, ‘Çoğu modern psikolog ve filozof, evrim teorisine o kadar sadıklar ki, onlar, Yaratılışı savunmayı zihnî bir bozukluk olarak kabul ediyorlar.’ (s. 34) demekten kendisini alamıyor..

University College of London öğretim üyelerinden Prof. Steve Jones da, ‘Evrim Teorisi’ni bir ‘bilimsel yanılgı ‘ olarak bilindiğini söylüyordu, geçen hafta.. Jones, ‘Kendisinin geçmişte, insanoğlunun evrimleştiğine dair bazı çevrelerden taleblerle karşılaştığını, ancak insanların evrimleştiğine dair hiç bir delil bulamadığını, bazı basın yayın organlarında ‘Darwin Teorisi’yle ilgili yayınlanan haberlerin gençleri bu yöne itmeye sebeb olabilecek nitelikte bir kandırma çabası olduğunu’ ifade ediyordu.. Bilim adamlarının ‘evrim teorisi’ problemini, özünden uzak şekilde ele aldıklarını yazan Steve Jones, birçok bilim adamının kendilerini ‘2 + 2 = 5 eder’ mantığına kurban ettiklerini de vurguluyordu..

Dünya üzerinde ‘insanoğlunun evrimleştiği’ne benzer birçok görüş inanç olduğuna ve yeni ortaya çıkan bazı bilimsel verilere de değinen Steve Jones, ‘Bilimsel verilere göre, beyinde çok küçük yer kaplayan 'beyin korteksi’, kişinin kendisinde ve hislerinde merkezi bir görev üstleniyor. İnsanları maymunlarla karşılaştırdığımızda, insanlarda çok daha geniş ve kapsamlı olduğu görülüyor. Ayrıca insanlardaki bu korteks diğer hiç bir varlıkta olmayan bir şekilde kendini özel hale getirmiştir. Yapılan deneylerde görülüyor ki, bu korteks annenin çocuğuna baktığında ya da insanların güldüğünde parladığı fark edilmiştir..’ demekte..

*

Darwinistlerin ve anti-darwinistlerin tartışmalarında Müslümanların yeri, sahi, neresi olmalı?

Bu tartışmaların yapıldığı kültürel atmosfer, görüldüğü gibi, bizim kültür havzamızın dışında.. Biz müslümanlar olarak, belki, çok katı kategorik aklî çalışmalar halinde olmasa da, vahy-i ilahî ve hikmetin gölgesinde yapılan aklî çalışmalarla dünyayı yorumlarken, karşımızda ne Kilise paradigması vardır; ne de düşünceyi yasaklayan veya aklın verilerini ‘kesin olarak kabul edilmesi’ gereken bir ölçü olarak kabul ettiren bir anlayış.. Ve hikmet, mü’minin kaybolmuş malıdır, nerede bulursa alır.. Ama, bütün bunları, ancak insanın insanla, insanın tabiatla ve insanın Yaratıcısı ise ilişkisini tahrib etmeye değil, geliştirmeye yönelik bir hayırlılık ölçüsü içinde yapmaya çalışır..

Bu vesileyle, şu tesbitleri de yapmakta fayda vardır..

Darwin’in çalışmaları, farkında olarak veya olmayarak ırkçı anlayışların gelişmesine de hizmet etmiştir.. Çünkü, o, canlılar âleminde, ‘kuvvetlilerin hayatta kaldığı, zayıfların safdışı olduğu ve zayıflara tabiat tarafından hayat hakkı tanınmadığı’ bir naturel seleksiyonu, bir tabiî ıstıfa’yı, ayıklamayı, bir kural halinde ortaya koymaktadır.. Bu tamamen yalanlanmayabilir de.. Leylek de zayıf yavruyu yuvadan atıyor, hayatiyet gücü kuvvetli olanları bırakıyor.. Yani, tabiî ayıklama bir hilqat kanunu olarak da gerçekleşiyor.. Kezâ, günlük hayatın çeşitli kesimlerinde, özellikle hayvan nesillerinin ıslahı için güçlü damızlık hayvanlardan istifade edildiğini, tabiata bir nev’i müdahale yapıldığını da hatırlamalıyız.. Ama, bu ‘ırkların ıslahı’ görüş ve çabalarının insan hayatına da tatbikinin yolunu açmaz mı ve o zaman tavrımız ne olacaktır? Kaldı ki, Darwin, ‘İnsanın Türeyişi’ (The Ascent of Nature in Darwin's Descent of Man) isimli eserinde, kadınları da aşağı cins olarak göstermiş ve aralarında müslüman kavimlerin de bulunduğu birçok toplumları, ‘gelişmesini tamamlamamış fonksiyonları, bakımından geri kalmış eski ve alt bir yaşayış tarzına aid kitleler’ olarak tanımlamıştır.. (Darwin’in, ingiliz ve Avrupa emperyalizmine karşı asırlarca tehdid unsuru olmuş olan Osmanlı’yı aşağılamak için, Osmanlılar’ı ve türk kavmini aşağılamayı ihmal etmemesi de ilginçtir ve bu da anlaşılabilir.. New York Uni. prof.larından Theodore Woosley de, 1910’larda , ‘The International Law’ (uluslararası hukuk ) eserinde insanları üç ana kategoride inceliyor ve ‘medenî toplumlar, yarı medenîler ve gayrimedenîler/ putperestler‘ olarak üç ayrı kategoriye ayırıyor ve hrıstiyan ve yahpudileri ilk grupta, japonları ikinci grupda ve müslümanları da gayrimedenidelerin, putperestlerin grubunda gösteriyordu..)

Yani, bütün bu çarpık anlayışları Darwin ortaya çıkarmamış; belki, Darwin de, belki insanlığın hayrına sonuçlar vermesi mümkün araştırmalarıyla, içinde bulunduğu çarpık anlayışların sevkıyle, verimsiz ve hattâ zaman zaman zararlı ve insanlığı düşmanlıklara sürükleyen sonuçlara varmıştır..

Bu görüşler insan hayatına uygulandığında, karşımıza çıkan tablonun bir ‘sosyal darwinizm’ olduğu da, geçmiş uygulamalardan da anlaşılmaktadır.. Nazi Almanyası’nda, nesillerin ıslahı fikrinin, insan ırkının ıslahı için de kullanıldığını en çarpıcı şekilde gördük.. Ve Batı dünyası, hâlâ, ‘beyaz insanın üstünlüğü’ teorisinden vazgeçmemiştir.. Kızılderililerin milyonlar halinde (12 milyondan fazla kızılderili insanın Avrupa’lı beyaz insanlarca son 500 yılın ilk 200 yılı içinde) eritildiğini hatırlayabiliriz.. Barack Obama’nın Amerikan Başkanlığı’na seçilebilmesi bunun için çok büyük bir gelişme olarak görülmelidir.. Ama, bu bile, siyahlara verilen bir lûtuf gibi gösteriliyor, bir tabiî hakk olarak değil..

Hattâ, müslüman toplumlarda bile ve hele de kendi toplumumuzda de, resmî ideolojilerin yücelttiği ırkçı kalıpların dışında kalan onlarca kavmin yok sayılmasına, bizzat nice müslüman kesimlerimiz dahi, onyıllar boyu destek olmadılar veya seyirci kalmadırlar mı?

Yani, nicelerimiz Darwin’in nazariyelerine karşı çıkarken bile, fiilen şu veya bu ırkın veya cinsin, rengin, sosyal kesimin üstünlüğü veya düşüklüğü gibi anlayışları beyinlerimizden söküp atabilmiş değilizdir ve derilerinin renkleri daha koyu olanları gizli veya açık bir şekilde daha aşağı görmek gibi bir zâlim anlayış, hâlâ da beyinlerimizde, duygularımızda hükmünü sürdürmektedir; yani bir bakıma Darwin’e ve darwinizm’e karşı çıkan nicelerimiz de gerçekte fiiilen, ‘darwinist’tirler.. (1928-30’lu yıllarda, Türkiye’de de, Büyük Şef’in irşad ve yönlendirmesiyle, türk ırkının ıslahı edilmesi için, Avrupa’dan sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli ‘damızlık insan tipleri’nin getirilmesini teklif eden Abdullah Cevdet ve benzerlerinin çarpık anlayışı, ne yazık ki, hâlâ da yazı hayatında olan ve müslümanlar arasında bulunan bir kişi tarafından da dile getirilebilmiştir, 20 sene öncelerde de, toplumumuz , hele de müslüman kitleler ciddî bir tepki göstermemiştir..)

‘Bir türk dünyaya bedeldir’, ‘türke durmak yaraşmaz, türk önde, türk ileri!..’ gibi lafların benzerini, başka kavimlerin mensublarından duygumuzda rahatsız oluruz; ama, bu laflar kendi toplumumuzda söylenirken, bunları bir tekerleme rahatlığı içinde dinleyip geçmişizdir, hâlâ da ‘pis arablar, pis kürdler, pis çingeneler.. pis vs’ler..’ gibi laflardan vazgeçmemiş, güçlülere imrenmekten ve zayıf bırakılmış toplumları ise aşağılamaktan ve köpeklere bile özellikle de aşağı seviyede gördüğümüz kavimlerin adıyla seslenmekten el çekmemişizdir.. Ama, başkaları bizim kavmimizin adı üzerinde benzer oynamalar yapsalar, hemen tepkiler gösteririz.. Halbuki, bütün insanları ‘başlangıçta aynı anne-babadan, ‘Benî Âdem (Âdem nesli) ve doğuştan hür ve eşit ve aynı maddî hamurdan/ çamurdan bilen ve insanlar arasındaki farklılığın ancak taqvâ ve fazilet ölçüleri açısından olabileceğini telkın eden ve hiç bir kavmin diğerinden üstün veya düşük sayılamıyacağını aslî ölçü olarak kabul eden bir inancın mensubları olarak, bu gibi tutarsızlıklardan uzak kalabilmeliydik..

Ama, ‘darwinizm’in, farkında olamayarak veya olmayarak, bizim dünyamıza da yansıması böyle olmuştur; ve nice kavimleri, ırkları üstün veya düşük seviyeli olarak görebilmekteyiz..

*

Konunun ilginç bir tarafı da, Darwin’in görüşlerinin ateizme dayanak yapılmış olmasına bakarak, bazı müslümanların da, Darwin’le Kilise arasındaki mücadeleyi kendi mücadeleleri gibi değerlendirmeye kalkışmaları ve Kilise’nin veya ‘darwinist’lerin paralelinde yer almalarıdır..

Halbuki, Kilise’nin itirazlarında doğrular olduğu gibi, Darwin’in yaklaşımlarında da doğru tesbitler bulunabilir.. Ya da, Kilise’nin anlayışı kadar, Darwin’in teorisi de, bazı yanlışları içinde bulundurabilir. Bu bakımdan, Darwin’in teorisinde ortaya koyduğu bazı ilginç tesbitler de bulunabilir.. Bu iki tarafın ‘tez’ ve ‘anti-tez’leri ve bunları çeşitli maksadlar için kullananlar olsa bile, biz müslümanların yaratılış üzerine olana tefekkür, duyuş ve görüşlerimiz Kilise’nin iddiaları ve Darwin’in teorileriyle tıpatıp aynîlik gösteremez; bazen birisine, bazen de diğerine yakın düşülse bile.. Bu konuda, toptan redd kadar, toptan kabul de yanlış sonuçlar verir..

Yûnus Emre, 750 yıl öncelerden sesleniyor: ‘Yetmişiki millete bir göz ile bakmayan, halk’a müderris (de) olsa, Hakikat’e âsidir..’


Selahaddin Eş Çakırgil

14 Mart 2009 Cumartesi

Doğru Kişiyle mi Evlendim _

Doğru kişiyle mi evlendim?

Derya Güney

ÜNLÜ İNGİLİZ yazarı Bernard Shaw’a sormuşlar:

-Dünyanın en çekilmez ve huysuz kadını kimdir?

-Yeryüzünde sanırım bir tek çekilmez ve huysuz kadın vardır.

-Bir tek mi?

- Evet, her evli erkek onun kendi karısı olduğunu zanneder.

Gerçekten evlilik hayatında, erkek penceresinden kadının, kadın penceresinden ise erkeğin böylesi bir anlayışla değerlendirildiğine zaman zaman rastlarız. Eşlerinin kendileri için doğru insan olmadığını düşünenler hiç de az değildir. Oysa bir ilişkinin her zaman iki tarafı vardır. Gelinen nokta, her iki tarafın adımlarıyla ulaşılan yerdir. O nedenle, evlilik ilişkisinde memnun olunmayan gidişattan her iki taraf da sorumludur. Taraflardan birinin belirgin olarak haksız, yanlış tutumları olabilir ve fakat diğer tarafın davranışları, bu yanlışlıkların daha da artmasına zemin hazırlar.

Dünya hayatında, gerek madde boyutunda, gerekse psikolojik açıdan “etki-tepki” prensibi söz konusudur. Vurduğumuz kapı ses verir; duvara attığımız top, çarpıp geri gelir. Her davranışımız da, ulaştığı yürekler ve zihinlerde bir yer bulur, bir anlam yüklenir ve nihayetinde bize geri döner. Dönüp gelenler, bizim gönderdiklerimizin yorumlanıp geri gönderilmiş halinden başka bir şey değildir aslında. Bu gerçeği hiç unutmadan yapılması gereken, doğru davranmaktır. Peki öyleyse doğru davranmak nedir?

Doğru davranışın tesbiti öyle sanıldığı kadar zor değildir. Allah’a iman etmiş, bir eş olarak--kadın ya da erkek--sorumluluklarını bilen, kendini tanıyan, kul hakkından çekinen insanlar, ilişkide asgari bir tutarlılık yakalarlar. Burada ölçümüz, her durumda, alınması gereken doğru tavrın tesbitidir. En başta, Rabbimizin âdeta bir oto-kontrol sistemi olarak içimize yerleştirdiği vicdan ve mü’min bir kul olarak uygulamakla mükellef olduğumuz güzel ahlak prensipleri, bize nasıl davranmamız gerektiğini söyler.

Her ilişkiye özgü olarak değişen, tarafların beklentileri, sevgiyi anlayış ve ifade ediş biçimleri de evlilik ilişkisinde kuşkusuz belirleyicidir. Kendini tanıyan ve gerçekten karşı tarafa mesaj göndermeyi başarabilen eşler, sağlıklı bir evliliğin ilk adımlarını atmış olurlar. Çünkü bizim anlattıklarımız, söylemek istediklerimiz, karşı tarafın anladığı kadardır ancak. O nedenle, mesajımızı ulaştırırken, karşı tarafın ne anladığına dikkat etmeliyiz. İstediğimiz mesajı ulaştırmak için gerektiğinde yöntem değiştirmeliyiz. Doğru kişiye yanlış davranırsak, yanlış kişiye dönüşür. Yanlış kişiye doğru davranmak da, onu doğru kişi haline getirir.

Asla unutulmaması gereken diğer bir nokta da, eşlerimizin ve bizim, nikâh akdiyle bir araya getirilişimizin bir tesadüf olmadığıdır. İlâhi iradenin bir tecellisi olan bu birlikteliklerimiz, aynı zamanda bu dünya hayatındaki sınav sorularımızdır. Acısıyla, tatlısıyla yaşanan her gün, çekilen her sıkıntı iman ve ibadet perspektifinden baktığımızda kemale ulaşma, yanlışlarımızı farketme ve geri adım atma konusunda birer fırsattır. Kadın ya da erkek, her insan Allah’ın kuludur. Ve Rabbimiz, defalarca, bize üstünlük kazandıracak olanın ancak takvamız olduğunu belirtir ayetlerinde. Takva, Allah’a karşı bir sorumluluk bilinci ve bu bilince uygun yaşama gayretinde olmaksa; hayatımızın her yönü gibi, evlilik hayatımızı da böylesi bir anlayışla yaşamaya çalışmak gerekir. O nedenle, karşımıza çıkan sorunlar, bizden ya da eşimizden kaynaklanan haksızlıklar konusunda, önce kendimize sorular sormalı ve Rabbimizden hak üzere bakabilmek noktasında yardım istemeliyiz.

Rahmetin tecellisi ve bir lütuf olarak, yüreklerimize eşlerimize karşı muhabbet yerleştiren O’dur. Hatalarımız ve tamamen nefsanî davranışlarımız yüzünden bu ikramından istifade edememek, hatta onu kendi ellerimizle yok etmek ne büyük kayıptır! Var olanı korumak ve şükürle bereketlendirmek, mahrum olduklarımız için de kavlî ve fiilî duada bulunmak, mü’min kadın ve erkekler için--Kur’anî ifadeyle--“uğrunda azmedilecek işlerdendir”. “O’nun işaretlerinden biri de sizi cezbeden kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranıza sevgiyi ve şefkati yerleştirmesidir; bunda kuşkusuz, düşünen insanlar için dersler vardır.” (Rum suresi, 21)

Almanya da İslam yükseliyort

İslâm devleti, bahtiyar Alman milletinden mi doğacak?



Bediüzzaman, 90-100 yıl öncesinden, yüzlerce teknolojik, fennî keşfin yanında, yüzlerce ictimaî ve siyasî değişimleri öngörmüş ve takip edilmesi gereken stratejileri çizmiştir. Meselâ bunlardan birisi “Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı devleti de bir Avrupa devletine hamiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır” 1 şeklinde gayet vecizane ifade edilmiştir.

Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti ile aynen bir Avrupa devleti doğurdu. Avrupa’daki İslâm devletinin doğum sancıları da başlamış gibi gözüküyor! Avrupa’da bin (1000) kilise, mescide dönüşmüş. Kimi yerlerde minareler yükselmiş, kimi minarelerden ise ezan bile okunuyor! Faiz sıfırlanmaya çalışılıyor. İngiltere’de şeriat kanunları uygulanıyor. İsveç ve Norveç’te fuhuş yasaklandı... İslâmiyet, ders kitabı olarak Alman okullarına girdi. Dindarlara ise, dini anlamaları ve yaşamaları için fevkalâde kolaylıklar gösteriliyor.

Müslümanlığa en büyük ilgi ise Almanlar’dan. İslâmiyeti seçen milletler arasında başı Almanlar çekiyor. Dinler arasında ise, en fazla Hristiyanlar Müslümanlığı tercih ediyor. Evlilik sebebiyle Müslümanlığı seçenlere bakıldığında ise, kadınların erkeklere oranla daha fazla dinlerini değiştirerek, Müslüman oldukları gözleniyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son verilerine göre, ihtida edenler, yani başka bir dinden çıkıp Müslüman olanlar arasında Almanlar başı çekiyor. Yabancı uyruklular içinde Almanları, Rus, İngiliz ve Fransızlar izliyor. Dinlere bakıldığında ise, kendi dinini bırakarak Müslümanlığı seçenler arasında Hristiyanlar başı çekiyor. Ateistler, Hindular ve Musevîler de Müslümanlığı tercih edenler arasında yer alıyor. Sayısal olarak bakıldığında ise, toplam 572 kişi kendi dinini bırakarak Müslümanlığı seçti. Eski dinlerine göre, 490 kişi Hristiyanlıktan, 64 kişi diğer dinlerden, 5 kişi Musevilerden, 4 kişi ise Hindulardan Müslümanlığa geçiş yapmış. Yezidi ve Ateistler arasında da Müslümanlığı tercih edenler bulunuyor.

Bediüzzaman bu hakikati nerede ise bir asır sene önce keşfetmiş ve eserlerinde birkaç yerde tekrarlayarak nazara vermiştir:

“Şimdi Avrupa’da Kur’ân’a ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler…”2

“Hem Berlin’de Almanlar Zülfikar’ı aldıkları vakit, bir gazetelerinde alkışlayarak ilân etmişler.”3

“Bu fırtınalı ve ilhadlı asırda, biri gizli Alman, üçü aşikâr devletlerin, beşerin bu asırda Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmesi ve bilfiil kabul etmesi büyük bir hadise-i Kur’âniyedir. Değil üç devlet, belki yalnız on meşhur adam, on filozof dahi, birden, uzak memleketlerde Kur’ân’ı tasdik etmesi, bizlere ve âlem-i İslâma büyük bir müjde ve avam-ı ehl-i imana büyük bir kuvve-i maneviye temin eder.”4

“Risâle-i Nur Avrupa, Amerika ve Afrika’da da hüsn-ü teveccühe mazhar olmuş; başta bahtiyar Almanya ve Finlandiya olmak üzere, birçok memleketlerde okunmaya başlanmıştır. Bu cümleden olmak üzere, Almanya’da, Berlin Teknik Üniversite Mescidine Risâle-i Nur Külliyatı konulmuş ve Şarkiyat Üniversitesi İlâhiyat bölümünde Risâle-i Nur hakkında konferans tertip edilmiştir. Almanya’daki İslâmî fütûhâtta Risâle-i Nur’un büyük rolü olmuştur.”5

“Amerika’da, Avrupa’da, husûsan Almanya’da taharrî eden cereyanlar meydana gelmiş; eğer idrak edebilirler ve görebilirlerse, işte Risâle-i Nur Külliyatı. Nitekim bu hakîkatin idrâk edilmeye başlandığını gösteren emâreler bahtiyar Alman milleti içinde görülmektedir.”6

“Elbette, nev-î beşer bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve mânevî bir kıyamet başlarında kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ın kabulüne çalışan meşhur hatipleri ve Din-i Hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli cemiyeti gibi, ruy-i zeminin kıt'aları ve hükûmetleri, Kur’ân-ı Mû'cizü’l-Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü, bu hakikat noktasında kat'iyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olmaz ve hiçbir şey bu mû'cize-i ekberin yerini tutamaz.”7

Ki, İslâm’ı seçenlerin arasında yapılan araştırmaya göre, bunların İslâm’ı tercih etmelerinde öncelikli sebebin ‘araştırma-inceleme’ olduğu görülüyor. Bu gerçek de, Bediüzzaman’ı doğruluyor. Geçmiş dönemlerde İslâmiyetin yayılmasına engel olan sekiz engelden beşini söyle sıralar:

“Birinci, İkinci, Üçüncü Maniler: Ecnebîlerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır. Bu üç mani, marifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor.

“Dördüncü, Beşinci Maniler: Papazların, rûhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri; ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit etmeleridir. Bu iki mani dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharrî-i hakîkat nev-î beşerde başlamasıyla zeval bulmaya başlıyor.”8

Dipnotlar:

1- Sözler, Konferans, s. 709; Tarihçe-i Hayat, s. 82., 2- Sözler, s. 709., 3- Emirdağ Lâhikası, s. 296., 4- Emirdağ Lâhikası, s. 194., 5- Tarihçe-i Hayat, s. 614., 6- Tarihçe-i Hayat, s. 603., 7- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9., 8- Tarihçe-i Hayat, s. 81.

Ali Ferşadoğlu
http://www.yeniasya.com.tr/2009/03/14/yazarlar/afersadoglu.htm

Dindar kesimde dezenformasyon

Ali Bulaç, “Maalesef AKP iktidarı döneminde cemaatler, hiç olmadığı kadar politize oldular, iktidara angaje oldular ve genç-dinamik entelektüellerini devletin memuru haline getirdiler” diyor (Vatan, 3.3.09).

Aslında cemaatlerin politizasyonu süreci millî görüş hareketiyle, Millî Nizam Partisinin kuruluşuyla başladı. Ama cemaatlerin tümü oraya kaymadığı için bu durum o zaman sınırlı ve mevziî kaldı. 12 Eylül ANAP’ı getirinceye kadar.

ANAP iktidarıyla birlikte, cemaatlerin önemli bir kısmı devlet imkânlarıyla desteklenerek ticarîleştirildi ve buna bağlı olarak politize edildi.

Birçok farklı alanda faaliyet gösteren şirketler kuruldu. Finans kurumları oluşturuldu. Büyük holdingler meydana getirildi. Evvelce cemaatin öz kaynaklarına dayalı mütevazi imkânlarla çıkarılmaya çalışılan yayın organları kitleselleşen gazetelere dönüşürken bunlara radyo ve TV kanalları eklendi. Ve “hizmet” mülâhazasıyla girilen süreç, kaygan bir sath-ı mail haline geldi.

İlk başlarda haber bültenlerini bile başörtülü spikerlerle sunan TV kanalları, daha sonra hem bu uygulamaya son verdiler, hem de müptezellikte diğer kanallarla adeta yarışır hale geldiler.

Sonuçta, orijinal kimliklerin dejenere olduğu, kapitalizmin kurallarının öne çıktığı, şirket çıkarlarının hizmetin gereklerine baskın geldiği, siyasî iktidarla ilişkilerin de buna göre şekillendiği çok ibret verici kimlik erozyonları yaşandı.

Zühd ve takvayı esas alan hayat tarzları terk edilirken, şatafat, lüks, gösteriş, ölçüsüz tüketim ve israfa dayalı bir yaşayış üslûbu ortaya çıktı.

Nişan, düğün ve tatillerini beş yıldızlı otellerde yapmayı alışkanlık haline getiren, marka giyinen, lüks ve pahalı lokantalarda yemek yiyen ve eğlence yerlerinde boy gösterip doğum günü kutlamaları yapan bir “İslâm sosyetesi” oluştu.

1990’ların başında ANAP’ın iktidardan uzaklaşıp çekim merkezi olmaktan çıkmasıyla, cemaatleri siyasallaştırma, ticarîleştirme ve dünyevîleştirme görevini, MNP-MSP’nin devamı olarak kitleye açılma çabası içindeki RP devraldı.

RP’nin 1994’teki yerel, 1995’teki genel seçimde elde ettiği başarı, önce kendi kadrolarında, sonra destek veren cemaatlerde, iktidar nimetlerinden daha fazla pay alma iştahını kabarttı.

Öteden beri “yandaş zenginler” oluşturma mekanizması olarak işleyen ihale sistemi, bu dönemde RP’liler ve destek verenler lehine çalıştı.

Buna ilâveten, yetişmiş kadrolar yine yerel ve merkezî yönetimin bürokratları olarak istihdam edildi. Öyle ki, çok sayıda akademisyen siyasete ve bürokrasiye kanalize edilerek üniversite kürsüleri boşaltıldı, üstelik bu durum “En çok profesör bizim kadrolarımızda” söylemleriyle övünme vesilesi yapıldı ve bu kaydırma 28 Şubat’ta üniversitelerin YÖK eliyle “resmî ideolojinin kaleleri” haline getirilmesini son derece kolaylaştırdı.

AKP’nin tek başına iktidarı, arkasına aldığı cemaatlerin büyük çoğunluğuyla birlikte, bu dejenerasyonu çok daha ileri boyutlara taşıdı.

Tesettürün ifadesi olması gerekirken maalesef yer yer “AKP’nin simgesi” haline getirilen şekliyle başörtüsü, bir “moda ve şıklık aksesuarı” olmaya indirgenerek içi boşaltıldı. Ve bu durum sadece başörtüsünde değil, sosyolog Müfit Yüksel’in Yeni Asya’ya söylediği gibi (23.2.09), dindarlık tezahürlerinin tamamında ortaya çıktı.

İşin ilginç tarafı, Yüksel AKP’yi eleştirirken “yurt dışındaki lüks mağazalardan aldıkları pahalı ve marka eşarplarla 4x4’lere binip caka satanlar”ı örnek veren Numan Kurtulmuş’un başında olduğu SP için de “Yeni AKP’ler üretmeye aday” tesbitinde bulunuyor ki, bu da çok doğru.

Çünkü her ne kadar “Din adına siyaset hataymış” denilse de, dindar kimliklerle iktidar talebinde ısrar edilmesi, sahiplerini hep “İktidar yozlaştırır” hükmünün kapsama alanında tutuyor.

Altı buçuk yıllık AKP iktidarında yaşananlar, cemaatlerin bu sarsıcı gerçekten, evvelce görülmemiş boyutlarda etkilendiklerini gösteriyor...


Kazım Güleçyüz
KAYNAK

13 Mart 2009 Cuma

süper videolar




8 Mart 2009 Pazar

CHP yine başörtü dağıtıp oy istedi


Mahalli seçimler yaklaşırken başörtüsü düşmanı Kemalist CHP, yine pragmatik yaklaşımıyla Pendik’te başörtüsü dağıttı





İstanbul'da dün 22 Temmuz seçimleri öncesine benzer bir tablo yaşandı. Pendik Belediye başkan adayı Mehmet Salih Usta ve CHP'li kadınlar sokak sokak dolaşarak başörtüsü dağıttı. Usta, eşarpları 'başörtülü bayanlar ile örtüşmek' için dağıttıklarını söyledi.

Başörtüsüne karşı olmadıklarını, inanç özgürlüğünü sonuna kadar savunduklarını kaydeden Usta, 50 bin başörtüsü dağıtmayı hedeflediklerini ifade etti.

CHP'li grup sabah erken saatlerden itibaren ev ve işyerlerine ziyarette bulundu. CHP'liler vatandaşlara gül, başörtüsü, fular ve oyuncak dağıttı. Başörtüsü bazı vatandaşları memnun ederken bir kısmı CHP'nin daha önce başörtüsüne karşı tavır takındığına dikkat çekti. Pendik Belediye başkan adayı Usta ise başörtüsünü halkla kaynaşmak amacıyla dağıttıklarını belirtti. Usta, "Pendik'te 370 bin seçmen var. Burada 81 ilden insan yaşıyor. Pendik mini bir Türkiye'dir. Biz insanlarla örtüşmeye ve yüzleşmeye çalışıyoruz. Başörtüsü bizim bir gerçeğimizdir. İnanarak örtünen kardeşlerimize başörtüsü hediye ediyoruz. CHP inançların teminatıdır. Olumlu tepkiler alıyoruz, başörtüsüne karşı olmadık, tam tersine onların inanç özgürlüğünü sonuna kadar savunduk. Bacılarımızla örtüşmek için başörtüsü dağıtıyoruz. Oy avcılığı adına bunu yapmadık. Pendik'in gerçeğidir bu." şeklinde konuşurken yalan üstüne yalanlar sıraladı.

22 Temmuz'da Yozgat ve Trabzon'da da dağıtılmıştı

CHP, 22 Temmuz seçimleri öncesinde de benzer bir girişimde bulunmuştu. Partinin kadın kolları Yozgat ve Trabzon'da başörtüsü dağıtmıştı. Ayrıca Sakarya'da başörtüsü seçim otobüsünde kullanılmıştı. Yerel seçim öncesinde "çarşaf açılımı" yapan ve her mahalleye Kur'an kursu vaadinde bulunan CHP; farklı bir olayla da gündeme gelmişti. Çarşaf açılımının samimi olmadığını ileri süren çarşaflı bir kadın parti otobüsünde tartaklanmıştı.

Haksoz haksöz

Mustafa Balbay’dan Mossad'a İran Servisi!

“Ergenekon Terör Örgütü” soruşturması kapsamında tutuklanan Cumhuriyet gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay hakkında şok belgeler ortaya çıktı. Balbay, TSK’nın İran ile ilgili istihbarat bilgilerini elde ederek bunları İsrail’deki bir e-posta adresine göndermekle suçlanıyor.

Tutuklu sanık Mustafa Balbay'ın, TSK'ya ait gizli bilgileri İsrail gizli servisi MOSSAD'a gönderdiği iddia ediliyor...

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi'nin ve MİT'in, Mustafa Balbay'ın İsrail bağlantısını araştırdığı öğrenildi. Mustafa Balbay'ın bilgisayarından sildiği, fakat İstanbul Emniyeti uzmanları tarafından kurtarılan belgelerde TSK'nın hazırladığı İran, Irak ve Suriye'nin askeri ve beşeri yapısına ilişkin belgeler bulunduğu iddia edildi. E-posta ayrıntılarında ise Balbay'ın kaynağı İsrail'e uzanan bir e-posta adresine TSK, İran, Irak ve çevre ülkelerin askeri bilgilerini, demografik yapılarını aktardığı ileri sürüldü.

Sorgu sırasında Mustafa Balbay'ı 'Bilgisayarımdan silmiştim, nasıl ulaştınız' diye panikleten Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ait gizli belgeler, dudak uçuklatan detayları ile dikkat çekiyor. Adeta bir istihbarat görevlisi gibi çalıştığı ortaya çıkan Balbay'ın elde ettiği ve TSK'nın askeri planlamalarda kullanmak üzere arşivlediği gizli belgelerin, Türkiye'yi, ilişkilerini yeni yeni düzeltmeye başladığı komşu ülkeler nazarında zor durumda bırakacağı kaydediliyor.

TSK'NIN İRAN, IRAK VE SURİYE'YE İLİŞKİN ASKERİ VE BEŞERİ HER TÜRLÜ TESPİT VE İSTİHBARATI BALBAY'DA

Mustafa Balbay'ın el konulan bilgisayarında bulunan ve silindiği anlaşılıp uzmanlar tarafından kurtarılan şifreli belgeler arasında çıkan 74–75 ve 82 numaralı klasörlerde çok gizli belgeler yer alıyor.

Balbay'ın bilgisayarında ele geçirilen şifrelenmiş klasörlerde çıkan belgelerin bir kısmı ise şöyle:

74 numaralı klasörde Genelkurmay Başkanlığı 2. Başkanı Orgeneral Ergun Saygun'a ait ve 'sağ yarısı' isimli 23 Kasım 2006 tarihli doküman.

75 numaralı klasörde Başbakanlık Güvenlik İşleri Başkanlığı'ndan çıktığı anlaşılan belgeler. Yine aynı klasörde gizli ibareli, "Türkiye Cumhuriyetinin İç Güvenliğinin Tesis Edilmesi ve İç Güvenlik Konsepti" içerikli döküman. TSK'ya ait askeri terimler içeren gizli ibareli ve İran'la ilgili gizli askeri değerlendirme raporu.

TSK'ya ait psikolojik harekât ile ilgili döküman.

Komşu ülke (İran) kara kuvvetlerine ilişkin silah araç ve gereçlerinin belirtildiği döküman. "Türkiye'ye komşu ülkelerin davranış ilkeleri" isimli, Silahlı Kuvvetler tarafından hazırlanmış rapor. 82 numaralı klasörde, TSK tarafından hazırlanıldığı belirtilen Türkiye'ye komşu ülkeler İran, Irak, Suriye'nin askeri durumu, mevcut silah kapasitelerine ilişkin önemli bilgilerin yer aldığı döküman, Türkiye'ye komşu ülkelerin etnik ve dini yapısına ilişkin döküman.

Yine Genelkurmay Başkanlığı'nın çok gizli ibareli komşu bir ülkeye ilişkin stratejik istihbarat kitabı ve bu kitabın ekindeki gizli ibareli bölümler.

Üzerinde gizli kaşeli, Türk Silahlı Kuvvetleri'nce hazırlanmış, komşu bir ülkenin (Suriye) istihbarat silahlı kuvvetlerine ilişkin istihbarat raporu ve bu raporun ekindeki aynı ülkeye ait sivil savunma teşkilatı, askeri okullar ve bu ülkenin istihbarat teşkilatına ilişkin dökümanlar, aynı ülkenin bakım onarım tesisleri ve bu ülkenin kara kuvvetlerinin konuşlanması, birliklerinin konumlarına ilişkin ayrıntılı dökümanlar, çok sayıda gizli ibareli rapor.

STRATEJİK BELGELERİ KİTAP YAZMAK İÇİN TEMİN ETMİŞ

Sorgu sırasında Mustafa Balbay'a, TSK tarafından hazırlanan komşu ülkelerin silahlı kuvvetlerine ilişkin 'gizli' ibareli istihbarat raporlarının kendisinde ne aradığının sorulduğu, Balbay'ın ise savcı Zekeriya Öz'e, belgelerin gazetecilik mesleğinden dolayı kendisine ulaştığını savunduğu belirtildi. Balbay'ın "Bu belgeler bana gazetecilik mesleğinden dolayı ulaşmış belgelerdir. Ben bunları kitabımda kullanırım düşüncesiyle aldım" dediği aktarıldı.

7 Mart 2009 Cumartesi

Saadet, Doğan Grubu ve CHP ahmet taşgetiren

Saadet Partisi'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mehmet Bekaroğlu, pazar akşamı, Piyer Loti'deki Turkuaz Otel'de, medyadaki dost çevre ile birlikte oldu.

Değerlendirmelerde iki konu öne çıktı:

-Oy bölünmesinin CHP'nin işine yarayabileceği görüşü.

-Doğan Grubu ile ilişkinin pozitif – negatif tarafları.

Oy bölünmesinin CHP'ye yarayabileceği görüşü, öteden beri sağ – muhafazakar camiada önemsenen bir konudur. Bu seçimde de gündeme gelmesi tabiidir. Bu, bugün olduğu gibi sadece Saadet için değil, zaman zaman BBP için, MHP için de söz konusu olmuştur. Şimdilerde İstanbul'da Ak Parti – CHP mesafesi çok açık durumda ve şu anda bunu riske atacak bir bölünme ihtimali gözükmüyor. Ama Ankara'da durum, bu açıdan ciddidir. Gökçek'le Karayalçın'ın oyları başababaş durumda gözüküyor ve MHP adayı Mansur Yavaş, yüzde 15'lerde oy alıyor. MHP oylarının Gökçek'ten alındığı farzedildiğinde “Sağ oylar”ın dağılması ve Karayalçın'ın ipi göğüslemesi ihtimali ortaya çıkıyor.

Bu değrelendirmelerin asıl şoku, seçimden sonra yaşanır ve “Oylar bölündü, ve kimsenin istemediği falanca kazandı” denir.

Saadet de şu anda, bir çok yerde böyle bir söylemi göğüslemek durumunda. Muhtemel ki Saadet seçmeni de “Biz gelemeyeceksek, isterse CHP gelsin” demiyordur ve bölünme kaygısı asıl burada etkili oluyordur. Adayların çevresinde zaman zaman öfkeyle oluşan “İsterse CHP gelsin” söylemi dikkate alınır mı, doğrusu ben tavsiye etmem.

Şu anda bir başka önemli sorun, Doğan Medya Grubu ile ilişkiler noktasında ortaya çıkıyor.

Doğan Grubunda yer alan yazılı-görüntülü medya organlarının seçim sath-ı mailinde Saadet sözcülerine yer açmakta özel bir çaba gösterdikleri gözlerden kaçmıyor.

Bu, bir noktadan bakıldığında “Düğün değil, bayram değil...” cinsinden bir ilişkiyi andırıyor.

Doğan Grubunun niyeti anlaşılabilir: Ak Parti iktidarına karşı, adeta can düşmanı seviyesinde en büyük muhalefeti onlar yapıyor. Ve onlar için, Ak Parti iktidarına vuran herkesin sesine sahip çıkmak, şu anın yayın politikası durumunda.

Bu amaçla, Saadet'i de, ortak muhalefet cephesine katmak, yabana atılır bir hamle sayılmaz.

Hatta, Saadet'in vuruşu, içerden bir vuruş niteliği ile, CHP'nin vuruşundan bile daha etkili olabilir.

Onun için davet edin Saadet liderini, Ak parti'ye ver yansın etsin. davet edin, bir tanınmış büyük şehir adayını, ver yansın etsin....

Bu amaçla, “islami kesim”de etkili olan yazarların çıkışları da “vurucu” bir misyon üstlenebilir.

Yeter ki, Ak Parti'ye vurulsun.

Bu arada CHP'ye yönelik güzellemeler olursa tadından yenmez.

Çünkü amaç, ne Ak Parti yerine Saadet'in gelmesi ne de “islamcı yazar”ın idealleri yönünde bir adım atılmasıdır.

Doğan Grubu ile bu ilişkilerdeki sorunlu taraf, bu grubun üstlendiği misyonun sadece gazetecilik olmamasında yatıyor.

Bu grubun bir misyonu var ve o misyon çerçevesinde sizi bir yere oturtuyor. Yani o yere uygun olduğunuz ölçüde yer bulabiliyorsunuz bu medya grubunda.

O yüzden, Doğan Medya Grubunda varolmak, gerçekte size mi bir şey kazandırıyor, yoksa bir başka politikaya mı?

Saadet'e muhabbetle bakan toplum kesimleri, böyle bir sorgulamayı yapıyor.

Çünkü bu camia, Doğan Medya Grubunun, siyasi – ideolojik anlamda, Saadet'in, üzerinde yapılandığı değerlerle barışık değil. Yayın politikaları, tam da Saadet'in oturduğu zemini yok etme amacına yönelik.

Hatta, aynı toplum kesimleri, şu anda iktidarda Saadet olsa, (Refah döneminde olduğu gibi) Doğan Grubunun bundan daha çetin bir mücadeleyi onlara karşı göstermekten geri kalmayacağını tecrübe ile bilmektedirler.

Doğan Grubuna bağlı falanca tv kanalında veya falanca gazetede bir SP'li önder tarafından Ak Parti iktidarına karşı yapılacak bir suçlama, SP'ye bir şey getirir mi?

Asıl soru budur.

Bu seçim, Saadet'in Numan Kurtulmuş'un elinde yeniden koza örme dönemine denk gelmiş bulunuyor. Henüz şu soru tam cevaplanmış değil: “Saadet aslında ne oldu?”

Bana göre Saadet'in önü açık. O yapı, siyaset yapabilme potansiyeline sahip. Ama belki bu koza örme sürecinin hiç olmazsa bir ölçüde tamamlanmasından sonra... Ben Numan Kurtulmuş'un bu yapıya vereceği emeği önemsiyorum. Bu seçimde puan yükselmezse, bunun asla Numan Kurtulmuş'a veya başkan adaylarına fatura edilmemesi gerektiğini belirtmek istiyorum.
Numan Kurtulmuş'un sorumluluk üstlendiği Saadet, Ak Parti'den epeyce farklıdır. Ama ben düşünüyorum ki, Refah'tan, Fazilet'ten de bir ölçüde farklı olacaktır. İşte asıl bu ara frekansı biçimlendirmek önem taşıyor.

Ek belgeleri görünce şaşırdı: Ben bunları bilgisayarımdan silmiştim

Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay ile adı 'Karargâh Evleri'yle gündeme gelen Neriman Aydın, cezaevine gönderildi. İkilinin 8 ay önce gözaltına alındığında el konulan bilgisayarında çıkan belgeler sebebiyle yeniden gözaltına alındığı öğrenildi.

Balbay ve Aydın dün hakim karşısına çıktı. Mahkeme, şüphelileri 'cebir ve şiddet kullanarak TC hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüsten' tutukladı. Balbay Metris'e, Aydın ise kadın tutukevine nakledildi. Balbay, 10 saatlik sorgusunda 95 sayfa ifade verdi. Yeniden gözaltı süreci şöyle yaşandı: Balbay'ın el konulan bilgisayarında daha önce silinen bazı belgelerin olduğu belirlendi. Uzmanlar silinen dosya, belge ve yazışmaları kurtarmayı başardı. Bu evraklar savcılığa gönderildi. Belgelerde, darbe içerikli konuşmaların ve Ergenekon'dan tutuklanan bazı kişilerle yapılan konuşmaların bulunduğu iddia edildi. Sorguda, belgelerin kendi bilgisayarından çıktığının söylenmesi üzerine Balbay'ın şaşırdığı ve "Bu dosyaları silmiştim." dediği iddia edildi.

Mustafa Balbay ve Neriman Aydın, Ergenekon savcıları tarafından sorgulandı. Balbay'ın yaklaşık 10 saat süren sorgusunda 95 sayfa ifade verdiği öğrenildi. Alınan bilgilere göre, Balbay'ın bilgisayarından daha önce sildiği dosyalar bilgisayar uzmanları tarafından kurtarıldı. Belgeler savcıya gönderildi. Darbe içerikli konuşmaların yer aldığı belgelerde, soruşturma kapsamında tutuklanan bazı kişilerle yapılan konuşmalar ve hükümete yönelik bazı eylem planlarının bulunduğu iddia edildi. Balbay, bilgisayarından çıkan belgeler hakkındaki sorulara cevap vermedi. Kendisine yöneltilen soruların bilgisayarından çıktığının söylenmesi üzerine, "Ben bu dosyaları silmiştim." ifadesini kullandı.

Balbay ve Neriman Aydın, savcılıktaki sorgularının ardından tutuklanmaları istemiyle İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderildi. Mahkeme, Balbay'a, 'TSK tarafından hazırlanan komşu bir ülkenin silahlı kuvvetlerine ilişkin 'gizli' ibareli istihbarat raporlarının kendisinde ne aradığını sordu. Balbay, belgelerin gazetecilik mesleğinden dolayı kendisine ulaştığını savundu. Sorguda, Balbay'ın Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Mustafa Özbek'le ilişkisi de gündeme geldi. Mahkeme heyeti, yaklaşık 6 saat süren sorgulamanın ardından Balbay ve Aydın'ın tutuklanmasına karar verdi. Balbay Metris Cezaevi'ne, Aydın Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi'ne gönderildi. Söz konusu şahıslar, daha sonra Ergenekon davasının görüldüğü Silivri'ye nakledilecek. Şüphelilerin tutuklanma gerekçelerinin 'cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek' olduğu öğrenildi. Türk Ceza Kanunu'nun 'hükümete karşı suç' başlığı altındaki 312/1. maddesini kapsayan bu suç, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını öngörüyor.

'Genç subaylar tedirgin' haberini Ersöz'le görüştüm

Mustafa Balbay ve Neriman Aydın, Ergenekon soruşturması kapsamında ilk olarak 1 Temmuz 2008'de gözaltına alınmıştı. İki isim, mahkeme tarafından 5 Temmuz'da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. Balbay'ın, aynı davanın tutuklu şüphelilerinden emekli Tuğgeneral Levent Ersöz'le Jandarma İstihbarat Dairesi başkanı olduğu dönemde makamında görüştüğü ve Ersöz'ün bu görüşmeyi kayda aldığı ortaya çıkmıştı. Balbay, 'Genç subaylar tedirgin' haberiyle ilgili Ersöz'le görüştüklerini anlatmıştı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, söz konusu manşet sebebiyle gazeteyi lanetlediğini söylemişti.

Bedelli askerliği kim engelliyor, çıksa ne olur?

'Bedelli askerliğe kim karar verecek?' yazısıyla Oral Çalışlar Radikal'de bedelli askerliği tartışmaya açtı. İşte yazısı:

AKP'li TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu günlerdir kamuoyunu meşgul eden bedelli askerlik tartışması için şunları söyledi: "Genç nüfus çok fazla, bedelli çıkarsa iyi olur."

Konuya olumlu bakan çevreler, şu anda doktora, yüksek lisans yapan, işini gücünü kurmuş birçok genç insanın askerlik nedeniyle sıkıntı içinde olduklarını ifade ettiler. Bedelli askerlik fikrine olumlu bakanların sayısında artış var. Bazı ekonomistler, bu sayede birkaç milyar dolarlık gelir elde edilebileceğine dikkat çekiyorlar. Bedelli askerliğe alternatif olarak düşünülen fikirlerden biri de, askerlik süresinin kısaltılması.

CHP İstanbul Milletvekili Bihlun Tamaylıgil ise "Bedelli askerlik teknik bir konu... Benim bu konudaki yorumum bedelli askerlikle ilgili Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı'nın öneri ve kararlarını dikkate almaktır" dedi.

Bedelli askerlik konusu CHP milletvekilinin iddia ettiği gibi teknik bir konu mudur? Bedelli askerliği, teknik bir konu olarak görenlerin düşünce tekniklerinde bir çarpıklık yok mudur? Bir insanın beş ya da 15 ay süreliğine işinin başından alınıp hayattan soyutlanması, basit bir teknik mesele midir? Bir ülkenin nasıl bir savunma stratejisi izleyeceği kararını kim verir? Siyasi irade mi, askeri bürokrasi mi? Bu sorulara verilecek cevaplar, bir ülkenin siyasi yapısı, demokratik olgunluğu gibi konular açısından gösterge niteliği taşırlar.

Bir demokratik ülkenin savunma siyasetini siyasi irade kararlaştırır. Asker, seçilmiş iradenin saptadığı doğrultuda ülkenin savunmasını üstlenir. Bir ülkenin Genelkurmay Başkanı dahil ordunun üst yönetimini siyasi irade belirler. Birkaç yıl önce İsveç Savunma Bakanı'yla yaptığım söyleşide, bakan, bana albay dahil bütün üst kademe subayların terfilerini bizzat kendi bakanlığının belirlediğini anlatmıştı.

***

Türk Silahlı Kuvvetleri bir NATO ordusu. NATO ülkeleri içinde ABD'den sonra en çok asker sayısına sahip olan ülke Türkiye. Nüfusumuza ve milli gelirimize göre Batı ülkeleri içinde silahlanmaya en çok para harcayan ülkelerin başında geliyoruz.

Bütün bu tabloyu incelediğimiz zaman görürüz ki, Türkiye'deki 'bedelli askerlik' tartışması, yalnızca bu tartışmayla sınırlı olmayan bir ortama ışık tutuyor. Güneydoğu'da 'faili meçhuller' döneminin 'etkin' askerlerinden emekli albay Erdal Sarızeybek, bakın bu konuda neler söylüyor: "Bizim milletimizde askerliğin yeri ayrı ve kutsaldır. Namus borcu olarak görülen bir görevdir. Böylesine önemli bir kavrama sahip ulusun, para vererek askerlik yapmaması ne kadar doğru?"

Bu türden tutum içinde olan çevreler, bu tartışmanın ülkemizin sivilleşmesiyle ciddi bir ilgisi olduğunu da dolaylı yoldan itiraf etmiş bulunuyorlar.

Bir kesim, bu konuyu 'kutsal'lar arasına koyuyor ve tabu olarak görüyor. Onlar şu anda

işlerini güçlerini bozmamayı, aksatmamayı önemsiyorlar, ülkelerine icra ettikleri meslekle

hizmet ettiklerini düşünüyorlar ve bedelli askerliğin bu açıdan gerekli olduğuna inanıyorlar.

***

Türkiye'de askerlik hizmetinin otoriter niteliği ve baskıcı koşulları da gençlerin askere gitmek istememelerinde önemli rol oynuyor. Koşulların oldukça değiştiğini sandığımız son dönemde bile askere giden yakın çevremizden gençlerin anlattıkları, hâlâ anlamsız baskıcı uygulamaların sürdüğünü gösteriyor. Birçok yakınımızın çocuğu askerlik sonrası rehabilitasyon ihtiyacı hissetti.

Türkiye, kendisini bir Avrupa ülkesi olmaya hazırlıyor. Avrupa'da 'vicdani ret' hakkı olduğu gibi, askerlik yapmak istemeyene kamu hizmeti seçeneği sunuluyor. Ayrıca askerlik hizmeti göreceli olarak çok daha olumlu ve insani koşullar altında gerçekleştiriliyor. Bizdeyse askerlik hizmetinin cep telefonu, internet gibi temel iletişim ve haberleşme olanaklarının yasaklandığı bir ortamda, otoritenin bireyi ezdiği bir 'kurumsal ruh' altında yapılıyor olmasının sorgulanamamasının yanı sıra, hâlâ konunun tek karar vericisi olarak Türk Silahlı Kuvvetleri görülüyor. Bunlar demokratik bir ülkede düşünülemez. Bedelli askerlik kararını, sivil siyasi iradenin vermesi gerekiyor.

Bu, aynı zamanda, demokrasiye olan namus borcumuzun gereğidir.

analitik