22 Nisan 2009 Çarşamba

ÇYDD'den kendi kızlarına burs


ÇYDD'den kendi kızlarına burs

Ergenekon Operasyonu'nun 12. dalgası kapsamında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) şubelerinde yapılan aramalarda bulunan belgelerle dernek üyesi ve yöneticilerinin çocuklarına da burs verildiği ortaya çıktı.

Çocuğuna burs verilenler arasında ÇYDD Niğde Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı da bulunuyor.

Ortaya çıkan belgelere göre ÇYDD Trabzon Şubesi Yönetim Kurulu Sekreteri N.H., kızı Ö.H'ye, Amasya Şubesi Denetim Kurulu Başkanı G.Ç., kızı H.Ç'ye, İstanbul Bakırköy Şubesi Denetim Kurulu Başkanı N.E., kızı E.E'ye, İstanbul Tuzla Şubesi Üyesi A.K., oğlu İ.K.'ye, Isparta Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi İ.B., kızı Ö.B.'ye, Körfez Şubesi Üyesi E.K., kızı E.K.'ye, Isparta Şubesi Üyesi N.A., kızı H.K.'ye, Isparta Şubesi Üyesi M.K., oğlu Ö.K.'ye, Isparta Şubesi Yönetim Kurulu Yedek Üyesi R.D., kızı S.D.'ye, Niğde Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı İ.B. ve Yönetim Kurulu Üyesi F.B., çocukları A.B.'ye burs vermiş.

KIŞLA DÜZENİ VE ASKERî KOMUTLAR AYNEN DEVAM EDİYOR

Millî Eğitim Bakanlığı, 1965 tarihli ''Okulların Merasim Geçişi Yönetmeliği''ni kaldırıp, yerine ''Milî Eğitim Bakanlığına Bağlı Okulların Geçit Töreni Yönergesi'' ismiyle yeni bir yönerge hazırladı. Yapılan değişiklik, eski yönetmelikte yer alan manga, komutan gibi tabirlerin kaldırılmasıyla sınırlı tutulurken, geçit töreni yürüyüşlerinin kışla düzeninde yine askerî komutlarla yaptırılmasını öngören düzenlemeler büyük ölçüde aynen muhafaza edildi.

PROTOKOLE TEKMİL: “GRUPLAR TÖRENE

HAZIRDIR, ARZ EDERİM”

Protokol mensupları yaklaşınca, tören yöneticisi ''Hazır ol, Dikkat, Sağa/Sola Bak'' komutunu verip ''Sayın valim/kaymakamım, gruplar törene hazırdır. Arz ederim'' şeklinde takdimini yapacak. Öğrenciler, protokol mensuplarını karşılarına gelinceye kadar hazır ol duruşta başları ile takip edip; vali/kaymakamın ''Bayramınız kutlu olsun'' sözüne hep birlikte ve yüksek sesle ''Sağol'' diye karşılık verecekler.

Bu kafayla nereye marş marş!

MİLLî Eğitim Bakanlığı (MEB), yürürlükten kaldırılan 1965 tarihli ‘’Okulların Merasim Geçişi Yönetmeliği’’nin yerine ‘’Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Okulların Geçit Töreni Yönergesi’’ ismiyle yeni bir yönerge hazırladı.

Alınan bilgiye göre, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığınca hazırlanarak yürürlüğe konan yönerge, MEB’e bağlı her derece ve türdeki resmi/özel örgün ve yaygın eğitim okul/kurumlarının Ulusal Bayram, resmi bayramlar (Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı ile Zafer Bayramı), Atatürk’ün il, ilçe ve diğer yerleşim birimlerine yaptığı ziyaret ve gezi tarihlerinin yıl dönümü olan günleri ve mahalli kurtuluş günlerindeki geçit töreni uygulamasına ilişkin usul ve esasları düzenliyor. Yönergeye göre, koordinasyonu MEB’de olan bayram kutlamalarının, programa göre akışını sağlamak üzere il/ilçe eğitim müdürlüklerince önerilen, mülki idare amiri tarafından onaylanan teknik komitede görevli bir beden eğitimi öğretmeni tören yöneticisi olacak. Tören yöneticisi, bayramın başlama saatinden bitiş saatine kadar kutlama komitesince kesinleşen program akışını takip edecek. Törene katılan okulları, Bayrak, flama, boru trampet takımları ile diğer kurum ve kuruluşları tören alanında programa göre düzenleyecek ve tören alanında gerekli ilk yardım tedbirlerinin alınmasını sağlayacak.

TÖREN DÜZENİ NASIL OLACAK?

Törene katılacak okullar, tören alanının konumuna göre tören düzeni alacaklar. Okullar, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile Atatürk’ü Anma ve Gençlik Spor Bayramında teknik komite tarafından belirlenen esaslara göre tören alanında yerlerini alacak. Okullar arasında üç adım aralık bulunacak. Bayram kutlaması için protokol mensupları öğrenci grubuna yaklaşınca, tören yöneticisi ‘’Hazır ol, Dikkat, Sağa/Sola Bak’’ komutunu verdikten sonra ‘’Sayın valim-kaymakamım gruplar törene hazırdır. Arz ederim’’ şeklinde takdimini yapacak.

Öğrenciler, bayramı kutlayan protokol mensuplarını karşılarına gelinceye kadar hazır ol duruşta başları ile takip edecekler ve vali/kaymakamın ‘’...Bayramınız kutlu olsun’’ seslenişine hep birlikte ve yüksek sesle ‘’Sağ ol’’ şeklinde karşılık verecekler. Tören yöneticisi, kutlamanın bitmesi ve protokol mensuplarının şeref tribününde yerini almasından sonra ‘’İstiklal Marşı. Hazır ol. Dikkat!’’ komutunu verecek. İstiklal Marşı’nın bitimini takiben ‘’Rahat’’ komutu ile öğrenciler rahat duruşa geçecek. Bu komutla seyyar bayrak direği ve seyyar flama direğini tutan öğrenciler direkleri taşıma askısından çıkararak, alt uçları yere değecek şekilde sağ elle tutacak. Tören duruşu, İstiklal Marşı, geçit töreni ve çelenk sunma törenlerinde seyyar bayrak direği ile seyyar flama direkleri taşıma askısında takılı bulundurulacak.

GEÇİT TÖRENİ

Koordİnasyonun MEB’e verildiği bayramlarda, geçiş töreninde, tören yöneticisi, bayrak grubu, flama grubu, teknik komite, izci grubu, gösteri grupları, halk oyunları grubu, ilköğretim ve ortaöğretim okulları; kuruluş tarihine, aynı olması durumunda ise alfabetik sıraya göre, askeri lise ve polis koleji grubu, üniversiteler; kuruluş tarihine, tarihlerin aynı olması durumunda ise alfabetik sıraya göre, kutlama komitesince törene katılması uygun bulunan diğer kamu kurum ve kuruluşlar şeklinde sıralanacak. Tören yöneticisi, ‘’Geçit töreni. Hazır ol. Yerinde say. Marş!’’ komutunu verecek ve bu komutla bayrak, flama ve öğrenci grupları ile boru trampet takımının tertip almasından sonra ‘’İleri marş’’ komutunu vererek, bayrak grubunun önünde geçit töreni gerçekleştirecek. Geçit töreninde gruplar arasında altı adım aralık bulunacak. Grup sorumluları, arkasındaki grubunun ön sırasında üç adım önünde yürüyecek.

SELÂMLAMA

Geçİt töreninde selâmlama, protokol mensuplarının yer aldığı şeref tribünü önündeki yürüyüş güzergahının kırmızı işaret levhalarıyla başlangıç ve bitimi belirlenen şekilde gerçekleştirilecek. Yönergeyle, tören yöneticisinin, bayrak grubunun, flama grubunun, teknik komite üyeleri ve diğer görevli öğretmelerin, grup sorumlusu izci liderinin, kız ve erkek öğrenci gruplarının selamlama şekilleri ayrı ayrı düzenlendi. Kız öğrenci grupları, kırmızı işaret levhaları arasındaki yürüyüş güzergahında ayak parmakları önce, taban sonra yere değecek şekilde kolları sallayarak, erkek öğrenci grupları ise aynı güzergahta diz çekip, kolları sallayarak uygun adımla yürürken sıraların sağ başındakiler ileri bakarak, diğerleri ise şeref tribününde geçit törenini ayakta kabul eden protokol mensuplarını başlarıyla ve bakışıyla takip ederek selamlayacak. Okul trampet takımlarının, garnizon komutanlığı veya belediye bandosu eşliğinde geçiş yapması durumunda davul çalınmadan geçilecek.

TÖREN KIYAFETLERİ

Törene katılan öğretmen ve öğrencilerin kıyafetleri mevzuata uygun olacak. Buna göre, öğretmen ve öğrencilerin kıyafetleri, ‘’Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmelik’’ ile ‘’Milli Eğitim Bakanlığı ile Diğer Bakanlıklara Bağlı Okullardaki Görevlilerle Öğrencilerin Kılık Kıyafetlerine İlişkİn Yönetmelik’’te belirtilen hükümlere, üniversitelerde görevli öğretim elemanı ve öğrencilerin ise geçit törenine katılmaları halinde kıyafetleri yine bu yönetmelik hükümlerine uygun olacak. Bayram kutlamalarında gösterilere katılan öğretmen ve öğrenciler, hareket ve mevsim özellikleri dikkate alınarak, teknik komite tarafından belirlenen ve kutlama komitesi tarafından kabul edilen kıyafetleri giyecek.

Lieberman'dan Obama'ya mesaj: Amerika, biz ne dersek onu yapar

İsrail'in aşırı sağcı Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Avigdor Lieberman, ABD Başkanı Barack Obama'ya Ortadoğu sorununun çözümünde İsrail'e uymak zorunda oldukları mesajı verdi. İki hafta önce bir Rus gazetesine verdiği demeç dün İsrail basınında bir kez daha yayımlanan Lieberman, Obama yönetiminin sadece İsrail isterse yeni barış girişimlerinde bulunacağını ifade ederek, "İnanın bana, Amerika bizim bütün kararlarımızı kabul eder." diye konuştu.

İsrail basınının Lieberman'ın röportajını, Barack Obama'nın İsrail ve Filistinlileri barış yolunda somut adım atmaya çağırdığı önceki günkü açıklamasından sonra yayımlaması dikkat çekti. Obama, "Ebediyyen konuşup duramayız." demişti. Obama'nın ayrıca İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve Mısır lideri Hüsnü Mübarek ile ayrı ayrı Washington'da görüşeceği duyurulmuştu.

EN BÜYÜK TEHDİT İRAN DEĞİL

Filistinli yetkililer, dün Abbas'ın 28 Mayıs'ta Beyaz Saray'da olacağını açıkladı. Diğer görüşmelerin 6 Haziran'a kadar yapılması bekleniyor. Rus göçmeni Lieberman, Moskova'nın Ortadoğu sorununun çözümünde hak ettiği rolü almadığını ifade ederken, İran ile ilgili de ilginç açıklamalar yaptı.

Uzun yıllar Tahran'ı İsrail için en büyük tehdit olarak gören Avigdor Lieberman, bu kez İran'ı ikinci sıraya alarak, kendileri için en büyük stratejik tehdidin Afganistan ve Pakistan olduğunu dile getirdi. "Pakistan nükleer ve istikrarsız, Afganistan'da ise Taliban'ın kontrolü ele alma potansiyeli var." derken bölgede 'Bin Ladin ruhunun' harekete geçebileceği uyarısını yaptı. Lieberman, Pakistan ve Afganistan'ın tüm küresel düzene tehdit oluşturduğunu da iddia etti. İsrail'in şahin görüşleriyle bilinen Dışişleri Bakanı, Irak'ı ise tehdit algılamasında üçüncü sıraya yerleştirdi. Lieberman, karşı olduğu bilinen Filistin devletinin kuruluşuyla ilgili de yine olumsuz konuştu. İki devlet çözümünün hoş bir slogan olduğunu ancak özünde eksiklik bulunduğunu savundu.

Bu arada, İsrail ordusu, Gazze saldırılarıyla ilgili soruşturma raporunda, 'uluslararası hukuk kurallarına göre hareket ettiğini' ileri sürdü. Raporda, 'bazı yanlışlıklar sonucu' talihsiz sivil kayıplar yaşandığı ifade edildi. DIŞ HABERLER SERVİSİ

Arap Barış Planı'nı da sildi: İsrail'in imhası için reçete

Avigdor Lieberman, Arap Barış Planı'nı "İsrail'in imhası için bir reçete" olarak tanımladı. İsrail ordu radyosu, önceki gece dışişleri bakanlığında düzenlenen bir toplantıda Lieberman'ın, "Bu, tehlikeli bir öneri ve İsrail'in imhası için bir reçete." dediğini duyurdu. Lieberman, bu sözleriyle 'Arap barış inisiyatifini' temel alarak İsrail'in kendi bölgesel barış planını hazırlamasını isteyen Savunma Bakanı Ehud Barak'ın açıklamasıyla da çelişkiye düşmüş oldu. Radyoya göre Lieberman, söz konusu inisiyatifin en sorunlu bölümünün Filistinli mültecilerin geri dönüş haklarını içermesi olduğunu belirtti.

Birey, cemaat, devlet

Dürüstçe söylemem gerekiyor ki kim danışmanlık yapıyorsa Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'a yanlış bilgi veriyor. O kadar çok hata yapılıyor ki! Tespit yanlış, teşhis yanlış, terkip yanlış. Mesela zannediliyor ki köyden şehre gelmiş fakir çocukları, barınacak mekân bulamayınca 'bazı cemaatler' onlara imkân sağlıyor ve onlar da bilmecburiye bu yapıların sunduğu imkânlara boyun eğiyor.

Yanlış. Belki on beş-yirmi sene önce bir doğruluk payı vardı bunun; ama şimdi bu varsayım kocaman bir şehir efsanesi. Çünkü cemaat dediğiniz yapı zaruretlerden çok, iradi bir tercih konusu haline gelmiştir. Yani, insanlar kendi kültür ve kimliklerinden kopmamak için sivil bir tercih kullanıyor. O yüzden bünyede çok sayıda zengin çocukları da bulunuyor. Cemaat irtibatı iddialarıyla gündeme gelen özel kolejlere ve üniversitelere, dershanelere gösterilen olağanüstü ilgiyi fakirlikle nasıl izah edebilirsiniz mesela? Zaten konu sadece öğrenci değil ki! Esnaf, işadamı, sanayici, sanatçı, sporcu, mimar, doktor...

Şu gerçeği kabul etmezseniz ilk düğmeyi yanlış iliklemiş olursunuz: İnsanlar kendi iradeleriyle bir tercih kullanıyor, zorlamalar ya da zaruretler ile değil. Kim kime nasıl baskı yapacak ki bu insanlar kendini bir cemaat üyesi görmeye mecbur hissetsin? Meseleyi 'sosyal devletin boşluğuna' dayamak, sosyal bir gerçeğe gözlerimizi kapamaktır. Mesele gayet açık: Karşımızda gönüllü hareketler var; illegal yapılar değil. Katılmak isteyen dilekçe verme zarureti olmadan gelip katılıyor; ayrılmak isteyen de istifa dilekçesi verme ihtiyacı hissetmeden 'hadi bana eyvallah' deyip çekip gidiyor. İşte buna modern toplumlarda sivil toplum kuruluşları deniyor. Güdümsüz, bağımsız, sivil...

Tam bu aşamada karşımıza yeniden 'tek tip insan' korkusu çıkıyor. Güya 'din eksenli cemaatler' tek tip insan yetiştiriyormuş. Mümkün mü? Hayır. Her şeyden önce bireyi yok edecek bir telkin İslam'ın ruhuna uygun değil; çünkü o din her bireyi doğrudan Allah ile muhatap ediyor. Kaldı ki bu çağda ne birey körü körüne buyurgan bir yapıya boyun eğer ne toplum. Kim razı olur tek bir kalıba girmeye?

İnsanların bir kalıba sokulamadığı, zan altında bırakılan kişilerin her dinden, her dilden, her görüşten insanla rahat diyalog kurmasından belli. Bu topluluğun içinde her etnik gruptan, her mezhepten, her düşüncede insan bulunmaktadır. Toplumsal ayrışmalarda birleştirici ve barışçı bir dil kullanan ve gördüğü ilgi ile samimiyet testinden defalarca geçmiş kitlelerin insanları tek bir şablona zorladığını iddia etmek gerçeklerle ters düşmek anlamına gelir.

Cumhuriyetimizin kazanımları açısından çok önemli bir nokta daha var: Dindar kitleler demokrasiyi içine sindirmiş durumda. O kadar ki 'Keşke modernleşmeyi kimseye kaptırmayan kitleler de demokrasiyi bu kadar sindirebilseydi!' demek zorunda kalıyorsunuz. Soran, sorgulayan, eleştiren, istişarenin hakkını veren, özgür düşüncenin bütün renklerine kanat çırpan kitleler 'tek tip insan' suçlamasıyla karşı karşıya getiriliyor. Olacak şey değil. Ülkeyi içine kapamak ve anti demokratik yollardan aristokratik düzenin devamını isteyenler özgürlükçü sayılıyor. Bir tuhaflık yok mu bunda?

'Bazı cemaatler' dünyanın dört bir yanında kozmopolitan kültürlerle ufuk turu yaparken ufuk körlüğüne yakalanmış bazı kitleler de ülkeyi bir çeşit faşizme sürüklüyor adeta. Kimin ufku ne kadar genişse özgürlük boyutu da o kadar engindir. Kim ne kadar geniş kitlelerle kucaklaşıyorsa o kadar çoğulcu ve katılımcı demokrasiden nasibini almıştır ve her kim 'herkes benim gibi düşünecek' emriyle hareket ediyorsa, o da kendini toplum karşısında o kadar sevimsiz hale getirir ve kendini geniş kitlelerden tecrit eder. Açık söylüyorum: Bir gün cemaatler insanlara 'tek tip olun' dese içeride çatlamalar olur; tıpkı devletlerin toplumlara 'tek tip olun' buyruğunu dayatmasıyla çatlamalar olduğu gibi... e.dumanli@zaman.com.tr

20 Nisan 2009 Pazartesi

Zariften Şiir

Bir ilk kurşun
Bir çıra gibi yanan ülke
Ekinler ağıllar alev alev
Sakallarından tutuşturulup yakıldı
Dedeler her köyde
Ak saçlı
İpince yürekli
Nenelerin ve çocukların gözleri önünde

(Ve dolar sığmıyor evlere
çarşafların içi makyaj ve leke)

birkaç kurşun daha
birkaç kırbaç daha
ufak bir meclis ve derken
gür sesli gür bir meclis
kavi bir halka
kalbler bir mesaj kavşağı
kan barajı*

Akşamlar nasıl ağır.
Sabahlar nasıl zinde*.

Zarif şiirler

ACZ'i kurcaladım yüreğimi yontarak
hani senin gezdiğin
otostop caddelerinden geçtim
hani şu yalnızlığın caddelerinden...

az gittim uz gittim cadde boyu düz gittim
hani ben de seccademe davranıp
şöyle serip en kalabalığına kaldırımın
belki de dört rekât aydınlık dağıtmak için
açtım seccademi
kaldırımın alnıma en müsait yerine

hani kalabalığın uzletine
zarif bir dua üflemek gibi
nazire olsun diye adına
hani sana yakışanından olsun diye belki de
belki de adını gülümsemek için
kalabalık bir koroyla

çok sesli bir dua adadım
kırk yedi kere
adına...
cahıt zarıfoglu

? Soru İşaretlerinden Biri

? Soru İşaretlerinden Biri


Zulumdur dinlenen başlarsa eğilmiş

Gömleğin üzerine kadar çıkmış kalbteki kara leke

Dikilsen dağların ötesini tutar elin

Bir iki tank çer çöp olmuş gözüne perde

Petrol ya da banker sellerinde boğuluyorsun

Külçe külçe dolar ya da sefalet secden olacak yerde

O eski kadim iklim kimbilir nerde sürer

Perişan birkaç evde kimbilir veliler dilinde

Oturup konuşalım şunu. Bulsun kelimem kelimeni

Eğer uyku daha aziz esirlik daha ehven değilse

Bir deli akıl çırpınıyor aramızda

Rızık korkusu can korkusu baş mesele

Çıplan dünyadan çıplan ve gövdenden

O büyülü çiçekleri yol arın bir kere

Başını eğmiş zalimleri dinlersin

Dersin 'lokmam ellerinde'

Filistin bir sınav kağıdı

Her mü'min kulun önünde

De gerçeği yaz: Hakikat şehitliğe koşmaktır

De isyan çağır yolun açılır cennet köşelerine



Cahit Zarifoğlu

Cahit Zarifoğlu şiirleri

Yanakları, saçları, gözleri yanmış,
Zehirli gaz bombaları
Yılan gibi sokmuş, yalamış gövdelerini
Ağızları, küçücük dilleri yanmış
Bütün Beyrut sapsarı kalmış
Sanki ağlamak imkansız
Başları
Paletlerle ezilmiş babaları,
Yahudi doğramış analarını,
Binlerce çocuk topların, betonların altında.


Beyrut'un gözyaşları şimdi,
Kudüs'ün yanıbaşında,
Müslümanlarsa uzakta,
Sanki başka,
Gelinmez bir dünyada.

Acın, bir vadi,
Zehirli çiçekler, bir ova gibi karşımda.

Gözüm baksın sadece,
Ayrıntıları,
Kıvrılıp kırılmış bilekleri,
Kemikten yakılmış etleri,
Kuma serilmiş cesetleri,
Büyük ajansların yaydığı resimleri,
Bir seyirci gibi görsün dursun,
Bir kadın gibi ağlasın..

Beyrut yengeç kıskacında,
Çoğu müslüman kafir yanında,
Yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin.

Sen Filistin, hokkaları doldur kanla,
Şairler eğer ahın varken
Uzanırlarsa tomurcuklara güllere
Herbiri kanlı bir ateş gibi korku
Bir azar, bir şamar olsun.

Filistin, sen işine bak, kar toprağını,
Yoğur gazabını Yaradanın..

Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde?
Çam ormanlarının salınışında,
Kuşların cıvıldayışında,
Otların serin tenlerinde.
Eğer varsan bakıp görmeye
Şeffaf perdenin az ötesini,
Bir ateş bulutu var en bildik yerde,
En emin yerde.

Ve bak, asıl ölen yaylalar, villalar, tok karınlar
Hissiz dudaklar, gayretsiz kalpler,
Asla değil kavruk çölde yatan kadavralar.

Farzet körsün, olabilir,
Elele tut,
Taş al ve at,
Kafiri bulur.

Hani ceylanların,
Hani cihat marşın?

Bir yumruk harbinden nasıl kaçtın?
En arka safta bile kalmadın,
Cengi attın, dünyaya daldın,
Tezeğe konan sinekler gibi.

Dönüyor burgaç,
Dünya üstten, yanlardan daralıyor.
Ovalardan,
Dar geçitlere sürülen sığırlar gibi,
Bir gün ister istemez,
Karşısında olacaksın kaçtıklarının.


Dua et,
O gün henüz mahşer olmasın...

* * *

Cahit Zarifoğlu (1940 - 1987)

17 Nisan 2009 Cuma

çydd add çev laikçi örgütler

İşte bir öğrencinin ağzından ÇYDD
Bu aslında ilk ve tek değil. Ergenekon operasyonlarının ardından ÇYDD'nin ismi de gündeme gelince, geçmiş dönemde dernekten burs alan ve bugün pişman olan çok sayıda öğrenci maillerle ÇYDD'nin gerçek yüzünü gözler önüne sermeye çalışıyor. O maillerden bir tanesini yayınlıyoruz. İşte ÇYDD'den burs almış bir öğrencinin ağzından şok eden gerçekler....


"Merhaba ben KH.

Güvenlik nedeniyle soyadımı, oturduğum ili ve okuduğum üniversite hakkında bilgi vermek istemiyorum ama memleketim Van'dır. Üniversite son sınıfta okuyorum. 2 gün önce medyadan ÇYDD'ye karşı Ergenekon operasyonun yapıldığını öğrendim. ÇYDD ile ilgili bir kısım medyada eğitim gönüllüleri oldukları ve öğrencilere burs sağladıkları, özellikle kız çocuklarının eğitimi için çaba harcadıkları yazıyordu. Bir kısmında da ÇYDD'nin misyonerlik faaliyetlerinin MİT ve Genelkurmay raporlarıyla sabit olduğu haberleri vardı. Ben de bir ara ÇYDD'den burs almış birisi olarak bu ÇYDD'nin gerçek yüzünün ortaya çıkması için bilgi verme ihtiyacı hissettim ve bu maili göndermeye karar verdim.

Ben Van'da liseyi bitirdikten sonra üniversiteyi kazanıp geldiğim de maddi durumumuz kötü olduğu için çok zorluk çekiyordum. Aynı sınıfta okuduğumuz bir arkadaşım vardı. O ÇYDD'den burs alıyordu bende onun gibi alabilir miyim diye onunla konuştum. O da bana sen doğulusun sana kesin verirler diyerek cesaretlendirdi. Ben de onların bulunduğumuz yerdeki şubelerine gidip görüşmeye karar verdim. Hakikaten beni çok sıcak karşıladılar. Sen merak etme sana her türlü yardımı yapacağız, para, kalma konusunda bize güven dediler. Bir süre sonra bana bir ev gösterdiler burada kalabilirsin dediler ve burs da bağladılar. Evde kızlarla erkekler beraber kalıyorlardı hatta odalar da bile karma şekildeydi. Evde 5 kişi kalıyordu. Evin 3 odası vardı, 2 oda da kızlı erkekli kalınıyor diğer kalan küçük odada da bir kız yalnız kalıyordu ancak zaman zaman eve farklı erkeklerle geliyor ve beraber kalıyorlardı. Çok gece onların kahkahalarından ve gürültülerinden uyuyamadığımı bilirim. Evde temizlik anlayışı pek yoktu. Zaten herkes kafasına göre takılıyor istediği zaman girip çıkıyordu. Ben de bir kızla aynı odada kalmaya başladım. O da doğuluydu. Onu iki yıl öncesi alıp oraya getirmişler ve burs vermeye başlamışlar. Yani iki yıldır onlarla berabermiş. Kız bana hiç aklından bir şey geçirme benim gözüm dışarıda dedi. Tabi bu durumlar benim aile yapıma tersti. Verdikleri bursun bir kısmını sosyal etkinlik için kesiyorlar ve katılmak zorundasın diyorlardı. Parti gibi yapılan ve kırmızı şarap içilen bu etkinliklerde, sohbet grupları kuruluyordu. Bu gruplarda konuşmalara geçilmeden önce, Filipeliler, Markos diye biten ve numaraların okunduğu metinler okunuyordu. Sanki böyle din dersi gibi sohbetler oluyordu ama ben ilk zamanlar onları pek anlamıyordum. Taki 5. Toplantıda bunların İncil'in bölümleri olduğunu ve oradan bir şeyler anlattıklarını anladım.

Ben bazen memleketten kalma alışkanlık cumalara giderdim. Cumaya gittiğimi fark eden kız arkadaşım yani oda arkadaşım benden bir süre sonra rahatsız olmaya başladı ve galiba başkalarına söyledi. Daha sonra baskılar başladı ve bunu bırakmamı aksi takdirde bursu keseceklerini ve evden çıkaracaklarını söylediler. Ben maddi olarak çok zor durumda olduğumu benim kimseye bir zararımın olmadığını neden böyle davrandıklarını anlayamadığımı söyledim ancak onlar kararlılardı. Çok zor durumda olduğum için tamam dedim ve bundan sonra cumaya filan gitmeyeceğimi söyledim. Ben böyle söz verdikten sonra bursu kesmediler ancak tam güvenemedikleri için bazen cuma zamanlarında beni çağırıyorlar, görüşmek istiyorlar, böylece beni kontrol etmiş oluyorlardı. O sene böyle gitti.

İkinci sene yine evde kalmaya devam ettim ve bursumda devam ediyordu. Gittiğim ilk sene ramazan geçtiği için oruçla ilgili bir sorun olmamıştı ama ikinci sene ramazan geldiğinde yine bursu kesecekler korkusuyla oruç tutmayı aklımdan bile geçiremedim. Maddi olarak onlara ihtiyacım olduğu için onların her dediğine evet demek durumunda kalıyordum. Ben böyle davranırken bir gün Van'dan teyzem enişteyle beraber tedavi için buraya geleceklerini ve benim eve de uğrayacaklarını söylediler. Ben direk yok diyemedim ama kabulde edemiyordum. Gelmemeleri için çarem yoktu, engelleyemedim. Teyzemler gelip onlarda teyzemleri gördüklerinde şok oldular, buz kesildiler. Teyzem bizim oralardaki normal kadınlar gibi kapalıydı. Ancak bundan onlar hiç hoşlanmadılar ve iki gün sonra senin bize faydan olmaz, sen bize uygun değilsin diye beni evden çıkardılar ve bursumu da kestiler.

İşte ÇYDD'nin gerçek yüzü budur. Ne eğitim meraklısı ne de yardımseverdirler. Kendi amaçları için insanların zaaflarından faydalanarak kendi amaç ve hedeflerine ulaşmaya çalışan bir dernektir. Bunu da şundan biliyorum. Hemen hemen ayda bir okuduğumuz okuldaki hocalar ve öğrenciler ile ilgili tüm bilgiler bütün teferruatıyla yazılırdı. Bunlar odasında tek başına kalan o kız arkadaşımız organize ederdi. Bu kız hiçbir kural tanımazdı, hatta ben cumaları bıraktıktan sonra ödül olarak olduğunu anladım, benimle …. Cumhuriyet yürüyüşlerine gitme işini de o ayarlıyordu. Şehir dışına giderken otobüs bileti için falan biz para vermiyordu. Zaten böyle harcayacak kadar durumumda iyi değildi. Ayrıldığım sene o mezun olmuştu, o … sonra ben ona ilgi gösterince bana, orada kal ben kaymakam karısı olacağım dedi.

Bazen kendimden utanıyorum. Ama o zaman maddi olarak çok zor durumdaydım. Mecburdum. Ben kimsenin kötülüğünü istemedim. Onlardan korkmuyorum. Çünkü korkak olduklarını biliyorum. İsmimi yazmıyorum çünkü bu defterin kapanmasını istiyorum. Ama bunların çirkin yüzünü herkes bilmesi lazım.

Bu mailimi yayınlarsanız, halka yarar sağlamış olursunuz. Gençler içinde bulundukları zor durumlardan dolayı tuzağa düşürülmesinler."

GENELKURMAY VE MİT RAPORU: ÇYDD MİSYONERLİK YAPIYOR

16 Nisan 2009 Perşembe

CENAZE TÖRENİNDE VİZE, YEMİN TÖRENİNDE YASAK

Başörtüsüne asker yasağı şehit cenazelerinde uygulanmazken, geçtiğimiz aylarda Manisa’daki 1. Piyade Er Eğitim Tugay Komutanlığında düzenlenen yemin törenine 40 yaşın altındaki başörtülü asker yakınlarının alınmayıp, töreni tel örgülerin arkasından izlemek mecburiyetinde bırakılmaları, izahı zor yeni bir çelişki örneği oluşturuyor.

Ordu Peygamber ocağı ise başörtülüler niye dışlanıyor?

MAZLUMDER Genel Başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu, Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un önceki gün yaptığı konuşmadaki sözlerini eleştirerek, “Dine karşı olunmayacaksa, dinin açık bir emri olan başörtüsüne olan bu alerji neden? Peygamber ocağı olan bir yere başörtülü bayanların girememesi ne ile izah edilebilecek? O halde eşi başörtülü olduğu, namaz kıldığı için ordudan atılan muvazzaflarla ilgili nasıl bir izah getireceksiniz?” diye sordu.

www.omerfarukgergerlioglu.blogcu.com

Genelkurmay Başkan İlker Başbuğ’un Harp Akademilerindeki konuşmasından alıntılar yaparak ona bazı soru ve tavsiyelerde bulunacağız.

“Alınan tedbirleri bir asimilasyon politikası olarak değerlendiremeyiz. Bu tedbirler ulus devlet inşası sürecinde gerekli görülen birtakım uygulamalardır. Fakat bu yapılanmalarda homojen, etnik bir yapı inşa etmek amaçlanmamıştır.”

Diyor, ama Kara Kuvvetleri eski Komutanı Aytaç Yalman, Miliyet gazetesine verdiği bir röportajda, “Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun ‘kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor. Oysa, bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz.” Genelkurmay başkanının sözlerine bir başka emekli orgeneralin cevabı da bu işte. Artık bize bir şey söylemek düşmüyor.

“(Kürt sorununun olmadığı yönündeki görüşüne dayanak olarak) 1938 ile 84 yılları arasındaki huzur ve barış ortamını nasıl izah edeceğiz?”

Diyor, ama 1984’den beri durdurulamayan huzursuzluk ortamının niçin bitirilemediğini izah edemiyor. Ülkede önemli bir sorun vardı. Etnik ayrımcılık vardı ve bu büyük bir rahatsızlık olarak yaşanıyordu ve silâhlı çatışmaya dönebileceği sinyalleri veriyordu. Aslında PKK öncesi dönemde de bir çok sol Marksist örgüt Güneydoğu’da aynı sorunu gündeme getiriyor ve geniş bir taban bulabiliyorlardı. 1938 ve 1984 arası ne zaman huzur ve barış ortamı oldu ki? Açık oy, gizli sayım yapılan seçimleri, 1960 darbesini, 12 Mart muhtırasını, 12 Eylül öncesi olayları ve darbesini hatırlıyoruz ve ülkedeki sorunların çözülme safhasında değil, katmerleşme safhasında olduğunu iyi biliyoruz.

‘’Kim ne derse desin, Türk milletinin ordusu halktır, halktandır, halk içindir’’ dedi.

O halde başörtülü analar niye oğullarının yemin törenine alınmıyor, 2008 yılı içinde olduğu gibi tel örgüler arkasından törenlerini izleyebiliyorlar? Ayvalık’ta atletizm yarışmasında 2. olmuş başörtülü kıza ödül vermeyi reddeden Garnizon komutanı albayı ne yapacağız? Bu albay hakkında yapılan şikâyetler için herhangi bir idarî işlem yapmadığınıza göre, bu sözler de neyin nesi?

‘’Demokratlık kisvesi altında TSK’yı yıpratmak amacıyla TSK’ya karşı sistematik muhalefet yapılması her şeyden önce demokrasimizi geliştirmeyecektir. Bu, çoğulculukla ifade edilebilecek ya da açıklanabilecek bir husus değildir. Silâhlı kuvvetleri demokrasinin gelişmesinde, çoğulculuğun toplumsal boyut kazanmasında engelleyici bir kurum olarak göstermek de yanlıştır.”

O halde, olur olmaz her konuda ya adı verilmeden medyaya yansıyan üst düzey bir komutanın siyasete müdahale niyetindeki ifadelerini ne yapacağız? TSK demokrasinin gelişmesinde engelleyici bir kurum olmayacaksa, o halde 657’ye tabi olduğunu unutmamasını temenni ediyor ve bunun takipçisi olacağımızı ifade ediyoruz.

‘’Günümüzdeki sorunların yalnız, tek başına askerî güçle tam olarak ortadan kaldırılamayacağını anlamalısınız.’’

O halde, siyasete karışmayın da aslî vazifenizi yapınız. Askerî güç gerektiği zaman onu da hukuk içinde kullanmak gerektiğini de hiç kimse unutmamalıdır.

‘’Yapılanmalar ve kuruluşlarda ayrışma yaşandığını öne sürmek de büyük bir haksızlık. Ne Osmanlı döneminde, ne Cumhuriyet döneminde hiçbir kurumumuz etnik temelde yapılandırılmamıştır. Keşke bunu iddia edenler örnek gösterse...’’

Binlerce örnek gösterilebilir. Değiştirilmesinin insan hakları sorunlarının çözümüne hizmet edeceğine büyük bir kesim tarafından inanılan anayasanın başlangıç ifadelerinde “hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin,..” diye ifade edilerek başlanması kurulmak istenen binanın etnik temelli olduğunu gösterir. Kürtçe müziğin yasak olduğu ve ancak 1990’larda serbest kalabildiği ve Kürt ırkının bir Türk boyu olduğu efsanesinin resmî ders kitaplarında okutulduğu yıllar, şimdi terk edilse de çok uzak değildir. TRT Şeş’i kuran devletin, Kürtçe broşür, yazışma v.b. belgelere vebalı muamelesi yapması halen devam eden örneklerdir.

‘’Sivil örgütler ise, giriş ve çıkışın özgür iradeye bağlı olduğu, gönüllülük temelinde işleyen açık örgütlerdir. Dinsel cemaatler ise kapalı ve içe dönüktür. Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel cemaatlerin, hele çıkar çevresinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür.”

Dinî cemaatlerden bu rahatsızlık niye? Bu ülkede isteseniz de, istemeseniz de cemaatler vardır. Kimi Sünnî, kimi Alevî cemaatleşmeler olmuştur ve son derece doğaldır. Doğallığı kendinize rakip olarak görürseniz işiniz zordur ve önlenemez bir yönelişle çaresiz mücadele içinde kalırsınız.

“Ayrıca, halkımızın arasında ordunun en yaygın adlarından birinin de ‘Peygamber Ocağı’ olduğunu bilmekteyiz. Açıkça söyleyebiliriz ki, Silâhlı Kuvvetler hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır. Bizim karşı olduğumuz husus siyasi ve kişisel amaç ve çıkarlar için dinin ve dinî duyguların alet edilmesidir, araç olarak kullanılmasıdır.”

Dine karşı olunmayacaksa, dinin açık bir emri olan başörtüsüne olan bu alerji neden? Peygamber ocağı olan bir yere başörtülü bayanların girememesi ne ile izah edilebilecek? O halde eşi başörtülü olduğu için, namaz kıldığı için ordudan atılan muvazzaflar için nasıl bir izah getireceksiniz? Birçok ilde resmî bayramlarda protokolde başörtülü bayan oturuyor diye töreni protesto eden askerî erkân hakkında herhangi bir işlem yapıp yapmadığınızı soruyoruz? Emekli orgeneral Kenan Evren’in “Allah kadınların saçının görünmesini istemeseydi onları kel yaratırdı” gibi fantastik ifadeleri sizce nasıl değerlendirilmeli?

‘’Zaten bu maddeye (Anayasa-24) rağmen, bu konularda hürriyetlerin tahdit edildiğini ileri süren iddiaları da anlamak mümkün değildir.”

Hürriyetler tahdit edilmiyorsa bu ülkede yıllardır niye büyük insan hakları ihlalleri olduğunu yerli ve yabancı tüm insan hakları kuruluşları iddia ediyor? Türkiye niye büyük karışıklıklar yaşıyor?

“‘Askerler konuyla ilgili tekliflerini yaparlar ve görevleri burada biter.’ Bu görüş pek doğru değildir. 2003’teki İkinci Irak Savaşı süresince ABD’de yaşanan sivil-asker ilişkileri bu konuda son derece öğreticidir. Askerlerin profesyonel öneri ve kaygılarının sivil otorite tarafından dikkate alınmaması halinde yaşanabilecek olumsuzluklar Irak Savaşı ve sonrasında görülmüştür.”

Ya askerî tedbirlerle Kürt sorununun çözümünün sağlanamayacağı ve temel hak ve özgürlüklerin genişlemesi ile bu sorunun çözülebileceğini reddedenlere ne diyeceksiniz? 1984 sonrası süreç içinde kirli ve karanlık ilişkilerin, çeteleşmelerin ortaya çıkmasına neden olanlardan ve asit kuyularına insan atanlar ile ilgili işlem yapılması önerilerini yıllardır sümenaltı yapanlara ne diyeceksiniz?

‘’Genelkurmay Başkanının, üç temel sorumluluğunu yerine getirmesini ve sivil-asker ilişkilerini yürütmesini, politik ve siyasal hareketler olarak değerlendirmek doğru değildir. Tersine bu bir zorunluluktur ve işin özüne tartışmasız bir biçimde de uygundur. Bu faaliyetler bütün ülkelerdeki en üst askerî makamlar tarafından da yapıla gelmektedir. Genelkurmay Başkanı bu görev ve sorumluluğunu, ilgili makamlara yapacağı görüşmeler ve toplantılar vasıtasıyla yerine getirir. Gerekli hallerde de silâhlı kuvvetlerin görüşlerini de kamuoyu ile paylaşır.”

Bu açıklama 27 Nisan muhtırası için de geçerli midir? Bu muhtıranın politik ve siyasal bir müdahale olmadığını mı söylüyorsunuz?

“Yapılanmalarda ve kuruluşlarda ayrımcılık yapıldığını ileri sürmek de yine büyük bir haksızlık olur. Ne Osmanlı İmparatorluğu döneminde, ne de Cumhuriyet döneminde hiçbir kurumumuz etnik temelde yapılandırılmamıştır.’’

T.C. tarihinde dinî ve etnik ayrımcılık had safhadadır. Bu birçok bilimsel araştırma ile ortaya konmuştur. O halde son yıllarda etnik ayrımcılık alanında bazı şekli değişiklikler yapılma ihtiyacı neden duyulmuştur?

“Atatürk’ün, Türk milletini ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye halkına, Türk milleti denir’ şeklinde tanımlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimdir? Cevap, Türkiye halkıdır. Görüldüğü gibi, buradaki halk ifadesi, sınırları çizilen bir coğrafyada-ki burası Türkiye’dir-yaşayan halkın bütününü, yani hiçbir dinî ve etnik ayrım yapılmaksızın, Türkiye halkını işaret etmektedir. Aynı ülkü etrafında toplanmış ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkının, siyasal ve sosyolojik bir olgu etrafında kendi rızası ile birleşmesiyle bir milletin oluşacağı ve bu millete ise Türk milleti denileceği, Atatürk’ün ’Türk milleti’ tanımında açıkça yer almaktadır”.

Niye bu kıvranma? Hani ayrımcılık yoktu? Madem Türkiye halkı tabiri kullanılması uygundu? O halde niye hep Türk milleti ifadesi kullanıldı? Türkiye halkı tabiri kullanılmasının daha uygun olacağını mahçup bir ifade ile dillendirmeye mi çalışıyorsunuz?

“Toplumun inanan-inanmayan, dindar-dindar olmayan ayrımı yapanlara soruyorum; inanan-inanmayan, dindar-dindar olmayan ayrımını yaparken insanların iman ve dinî inançlarını siz hangi hakla değerlendiriyorsunuz? Bu hakkı size kimse vermiyor ki, Allah ile kul arasındaki bir konuyu siz nasıl değerlendirerek bu kişiyi inanan-inanmayan diye ayırabilirsiniz? Bu aslında dininize karşı en büyük saldırıdır.”

Toplumda dindar ve inanmayan kesimlerin olması son derece doğaldır. İsteyen istediği inancı ile yaşasın. Bu normaldir. Normal olmayan farklı dinî grupları tektipci bir anlayışla dizayn etmeye çalışmaktır. Dindara dini eksik ve biçimlendirilmiş bir halde ve dine inanmayana veya farklı dine inanana zorlama ile dinî eğitim vermektir.

ÖMER FARUK GERGERLİOĞLU

8 Nisan 2009 Çarşamba

Halman ve Çeviri (1)

Hilmi Yavuz/Zaman
Talat Halman, Metis Çeviri Dergisi'nde (16,1991 Yaz), 'çeviri anlayışı'nı ya da 'yaklaşımı'nı soran Suat Karantay'a şunları söylüyordu: 'Benim çeviri konusunda günahım çok büyük, çünkü çevirmenler genellikle başka dillerden kendi dillerine çeviri yapıyorlar, oysa ben büyük bir küstahlıkla ana dilim olmayan İngilizce'ye de çeviri yapıyorum.

Bunun yarattığı türlü zorluklar var tabii. İnsan ne kadar içine sindirmeye çalışsa da, o dilin kültür ortamında ne denli uzun süre yaşamış olsa da, bazı nüansları kaçırabiliyor. Çeviri öyle nankör bir iş ki, hiçbir basit formülü yok. Onun ayrı bir kimyası var, ayrı bir dehası var. Ne denli uğraşılsa hatalar yapılıyor, pürüzlü oluyor. Çeviri evlilik gibi. Beklenmedik izdivaçlar büyük mutluluklar getirebiliyor. Tersi de mümkün doğallıkla. İdeal bir evlilik düşünülemeyeceği gibi, ideal bir çeviri formülü de yok elbette. Bu nedenle çeviriyi genellemelerden soyutlayıp, nihai bir ürün, yaratıcı bir çaba olarak değerlendirmek gerekir.'

Anlamlı bir saptama: Nedense, 'çeviri' denince 'Evlilik' bağlamı ve 'Evlilik' bağlamında 'Sadakat' ve 'İhanet' ile (ya da, Sadakat/İhanet sorunsalı ile) kurulan mecazi ilişkiler sözkonusu olagelmiştir. Halman'ın, 'çeviri' ile 'evlilik' arasında kurduğu bu mecazi ilişki, 'çeviri kadın gibidir: sadık olan güzel değildir; güzeliyse sadık olmaz' özdeyişi ile, ya da 'traduttore tradittore' ('çevirmen, ihanet edendir') ile birlikte düşünüldüğünde, daha kuşatıcı bir anlam kazanıyor. Nitekim Halman'ın kendisi de söylüyor bunu. Bundan 40 yıl kadar önce, Orhan Kemal'in 'Doğum' adlı bir öyküsünü İngilizce'ye çevirdiğini; öykünün bir Kürt köyünde geçtiğini ve 'Kürt şivesi' kullanıldığını; bu şiveyi İngilizce'de nasıl dile getirebileceği konusunda düşünürken, 'zenci şivesi'nde karar kıldığını belirtiyor ve ekliyor: 'Bazı öğrencilerim bu konuda beni eleştirdiler, öyküye ihanet ettiğimi söylediler. Düşündüm, doğru ama ne yapsanız ihanet edeceksiniz...' Peki ama, 'ne kadar ihanet?' Metis Çeviri'de yapılan o söyleşide, Halman, Suat Karantay'ın bu sorusuna şu yanıtı veriyor: 'Sadık bir koca kadar!..'

Gerçekten de, çevirmenin kendisini kaçınılmaz olarak, karşı karşıya bulduğu bir dilemmadır bu! Gelgelelim, hem 'güzel' hem de aslına 'sadık' çeviri olanaksız gibi görünse de, arasıra, Halman'ın dediği gibi, 'beklenmedik izdivaçlar, büyük mutluluklar ' getirebiliyor. Bu mutluluğun kökeninde de, 'ihanet' yatıyor hiç kuşkusuz: Traduttore, tradittore! (Halman, çevirinin ve antolojinin 'ihanetsiz' olamayacağını, 'Eski Anadolu ve Ortadoğu'dan Şiirler'e yazdığı 'önsöz'de de yineliyor.) Gelgelelim, 'sadık bir kocanınki kadar' olsa bile, her 'ihanet'in mutluluk getireceği konusunda bir zorunluluk yok elbette. Kısaca, mutlu bir evliliğin reçetesi olmadığı gibi 'ideal bir çeviri formülü de yok!'

Talat Halman, özellikle, şiir alanında, hem Türkçe'den İngilizce'ye hem de İngilizce'den Türkçe'ye yaptığı çevirilerle de tanınıyor. Ama bu, onun sadece şiir çevirileri yaptığı anlamına gelmiyor. Halman da belirtiyor ya, Orhan Kemal'den yaptığı 'Doğuş' öyküsü çevirisi gibi, düzyazı çevirileri de var ve bence bunların başında, onun William Faulkner'den 'Duman' ('Knight's Gambit') çevirisi geliyor. (Varlık Yayınları, Nisan 1963). 'Duman'a yazdığı 'Çevirinin Önsözü'nde Halman, Faulkner'in metnini Türkçeye çevirirken, onun üslubunu gözönünde tuttuğunu, çünkü bu üslubun gelişigüzel olmadığını, aslında 'Faulkner'in sanatında girift üslub(un), insan ruhunun gerçeklerindeki kargaşalığın ifadesi olarak, maksatlı ve kesin bir rol' oynadığını bildirdikten sonra şöyle diyordu: 'Bunu gözönünde tutarak çeviride üslup değişiklikleri yapmak yoluna gitmedim. Bir cüret olurdu bu (...) Türkçenin hakkını yemeden, yabancı ve zoraki bir üsluptan kaçınarak, Faulkner'in kendi öz söyleyişini en yakın şekliyle vermeye çalıştım. Bu yüzden bazı cümleler, kolayca bölünebilecekken, upuzun bırakılmıştır.'


Talat Halman, 1963 yılında öne sürdüğü bu görüşlerden, daha sonra vazgeçmiş görünüyor. Nitekim, 1991 yılında, Suat Karantay'la yaptığı o söyleşide, yazar üslubunun çeviriyi belirlememesi gerektiğini savunmakta ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü İngilizce'ye çeviren Ender Gürol'u, Tanpınar'a 'biraz fazla sadık kaldığı' için eleştirmektedir: 'Uzun cümlelerin hiçbirini bölmeyi göze almamış. Halbuki biraz daha cesur olmak lazım, çünkü o kitapta çok çetrefil cümleler var...' Halman'ın çeviri siyasasında radikal bir değişimdir bu: 1963'te, Faulkner'in uzun cümlelerini bozmayı 'cüret' sayarken, 1991'de, Ender Gürol'u Tanpınar'ın uzun cümlelerini bozma 'cüret'ini göstermediği gerekçesiyle eleştirmek! Halman haklı: 'Çevirinin hiçbir basit formülü yok!'
08 Nisan 2009, Çarşamba

analitik