25 Ocak 2009 Pazar

Söz Yangını*

her doğruyu söylemen doğru değil...
-Said Nursî

Ortak arkadaşımızın arkasından konuştuğumu onun arkasından konuştuğumu saklayacağından emin olacak kadar sırdaşım bildiğim diğer arkadaşıma "Onun arkasından konuştum ama senin arkandan konuşmam!" diyemediğim, kendimi arkadaşımın yüzüne başka, arkasından başka konuşan bir ikiyüzlülük içinde diğer arkadaşıma sobeleteceğimden utandığım için deme gereğini duymadığım, diyecek olursam da, benim ikiyüzlülüğümle ister istemez yüzleşerek benim utancımı gidermeye çalışma utancından arkadaşımı koruyamayacağımı düşünerek utandığım, utanmasam bile, onu "ben senin arkandan da konuşabilirim" şüphesine itmekten korkarak ister istemez dudaklarımı kilitlediğim, konuşsam bile, ondaki "burada olmayan o değil de ben olsaydım, sen onunla da benim arkamdan konuşurdun!" beklentisini önleyemediğim, önleyemediğimi bildiğim için de iyice susarak katıldığım/katkıda bulunduğum o tuhaf sessizliği dağıtmak için dilimden hiçbir şey gelmiyor...

Zorba bir sözleşme olarak aramıza konulmuş bu yakıcı sessizliğe boyun büküyoruz, birlikte razı oluyoruz. Bu zoraki sessizliğin tıslaması içimize doğru ilerledikçe, sahiciliğimizi yakan közler kızışıyor, seslerimizin hepsini sahte kılan sinsi yangın harlanıyor. Herkes kardeşi tarafından arkasından konuşulabilir biliyor kendini. Herkes kardeşinin arkasından konuşmayı hak ettiğini düşünüyor. Herkes kardeşi tarafından arkasından konuşabilir diye bilindiğini biliyor. Herkes kardeşinin arkasından konuşabileceğini kardeşine bildirmiş gibi ses çıkarmıyor arkadan konuşabilir sanılmasına. Arkadan konuşabilir sanılanlar "konuşmayacağız!" demekten utanıyor. Arkasından konuşulacağını sananlar "konuşmayın!" demeye tenezzül etmiyor.

Belki de kimse konuşmuyor. Öyleyse kim konuşuyor konuşmayanların yerine? Kim konuşuyor konuşmayanlar konuştu diye? Kim attı bu közü sözümüzün arasına? Kim körüklüyor bu sinsi yangını?

Sözleriyle bizi (haklı/haksız) hayli hırpaladıktan sonra arkasını dönüp giden arkadaşıma, ayrılırken, "yine de senin arkandan konuşmayacağız!" diyemiyorum. Diyemiyorum, çünkü arkasından konuşabileceğimi aklına getirmekten korkuyorum. Diyemiyorum, çünkü arkasından konuşabileceğimin zaten aklında olduğunu öğrenmekten çekiniyorum. Diyemiyorum, çünkü arkasından konuşmayacak kadar erdemli olabileceğime inanmadığını da açık edip, arkandan konuşmayacağım diyerek arkasından konuşabilecek kadar yalancı olduğumu sandığını da itiraf etmesinden korkuyorum. Diyemem, çünkü benim kendisi hakkında, arkasından konuşacağımı zannedecek kadar hakkımda kötü zan sahibi olduğumu bilmesinden korkuyorum. Ona "arkamdan konuşulmaz nasılsa..." demekten, beni de "arkamdan konuşmayacağımdan emin nasılsa..." diye bir şey demek zorunda hissetmemekten yoksun bırakan dedikodu medeniyetini işte böyle zor cümleler kurarak lanetliyorum. İkimiz de mağduruz.

Kim susturdu beni, onu ve seni? Kim?

(*) Çok yakında, "gıybetin y/aktığı dudaklardan dökülen k/özlü sözler" olarak okuyacağınızı/okumaya değer bulacağınızı umduğum yeni kitabımın adı.

s.demirci@zaman.com.tr

17 Ocak 2009 Cumartesi

Arap Birliği yerine Chavez ve Erdoğan

İsrail'in son ateşkes kararını reddetmesi ve kararlarını hiçbir zaman kabul etmemesi nedeniyle, BM Güvenlik Konseyi bu ülkeye yaptırım dayatmalı. Bu ifadeler, öfkeli Arap sokaklarında düzenlenen bir gösteride ifade edilmedi; bunlar, Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan'ın sözleri.

Gazze'deki savunmasız Filistinlilere karşı Siyonist katliam başladığından beri, 'akıllı' Arap siyasiler ve gazeteciler teslimiyet, acziyet ve işbirliği anlamına gelen ılımlılık ve gerçekçilikle başımızın etini yiyor. Oysa gerçekçilik, direnişin teslim olması ve Filistinlilerin kaderlerinde yazılan işgali, ablukayı ve haklarından ödün vermeyi kabul etmesi anlamına geliyor.

Erdoğan İsrail'i kınayarak Arap rejimlerini 'çıkmaza soktu.' Katliamları insanlık tarihinde kara bir leke olarak tanımlarken, sokaklarda gürleyen Arap halkları gibi konuşuyordu. Bu durum rejimleri rahatsız etti ve halkları karşısındaki trajedilerini artırdı.

Erdoğan Arap rejimlerini, siyaset ve medyadaki akıllıları sıkıntıya sokarak sınırı aştı. Çünkü İsrail'e yaptırımdan söz etti. Güvenlik Konseyi yaptırım dayatmazsa, bunu Türkiye ve dünyanın yapması gerektiğini söyledi. Yaptırımlar bazen 'ılımlılık ve gerçekçilik', bazen de 'ulusal çıkarlar ve uluslararası ilişkilerin kaçınılmazlığı' adı altında İsrail ve ABD karşısında beyaz bayrak çekmiş olan bölgede düşünülmemesi gereken kırmızı çizgiydi.

Arap rejimleri katliama karşı koyma noktasındaki acziyetlerinin üzerini, ulusal çıkarlarını savunma gerekçesiyle nasıl örtecekler şimdi? Üstelik, Erdoğan ABD ve Avrupa'da çıkarları bulunan ülkesine karşı mı? Türkiye başbakanı, ülkesinin ortağı olduğu AB'nin yaptırımlarından korkmadığını nasıl gösterebiliyor? Arap rejimleriyse, Barselona sürecinden çekilme tehdidinde bile tereddüt ediyor. Arap siyaseti niçin katliamdan beri Arap çıkarlarına ve Filistin sorununa zarar vereceği iddiasıyla bunu uzak bir silah olarak görmekle meşgul?

Bazıları Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez'i takdir etmek için Arap Birliği'nin Caracas'a taşınmasını istedi. Türkiye'yse, Arap ülkelerinden daha iyi bir tavır sergiledi. Dolayısıyla herhangi bir Arap liderinin Erdoğan veya Chavez'le yapacağı bir zirve, herkesi kapsayan olağanüstü zirveden daha faydalı olur. Arap zirvesi artık çözümden çok sorun. (Ürdün gazetesi Ahbar El Yevm, 14 Ocak 2009)


Tahir Al Advan
RADİKAL

http://www.timeturk.com/Tahir-Al-Advan-Arap-Birligi-yerine-Chavez-ve-Erdogan-8072-yazisi.html

12 Ocak 2009 Pazartesi

Üstad Necip Fazıl güzel şiiri nin İbrahim Sadrinin yorumlamış haline resimli klip

analitik