30 Mart 2009 Pazartesi

Düzgün insan, zor ölüm

Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, Keş Dağı eteklerine düşen helikopterde bulunan dört kişi ile birlikte ebedi âleme irtihal etti. Şu satırları yazdığım ana kadar ulaşabildiğim bilgiler bu yönde görünüyor. Yazıcıoğlu’nun bir siyasetçi ve dava adamı olarak Türkiye’de tuttuğu yerin zorluğunu hatırlatan zor bir ölüm oldu, bu. Ölenlerin hepsine Allah’tan rahmet, yakınlarına da sabır diliyorum.

Kimi insanların değerini ancak yokluklarında biliriz. Yazıcıoğlu iktidara ulaşmak için her yolu deneyen, her kapıyı çalan bir siyasetçi değildi.

70’li yıllarda iki kutba ayrılan gençliğin öncülerinden biriydi. Yıllarca Ülkü Ocakları’nın başkanlığını yaptı. Gençler arasındaki kanlı çatışmalar, ülkücüler arasında mesela milliyetçilik konusunda belirginlik kazanan görüş ayrılıklarının tartışılmasının ertelenmesine yol açıyordu. Yazıcıoğlu o yıllarda dahi farklı bir temsili dillendiriyor, “Resmî Ankara” ve “hâlâ uzak ve ihtişamlı İstanbul”a karşı Anadolu’nun yetimliğindeki ve kendi haline bırakılmışlığındaki tuhaflığı sorguluyordu.

Esasında Anadolu’nun bir kısmı da Kürt kökenli olan ülkücü gençleri için kafatası ırkçılığı, şovenizm, dünyayı ve hayatı kavramak için bir çıkış noktası olamazdı. Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü takva ile, yani Allah’a karşı sorumluluk bilinci ile değil miydi?

Devleti komünizme karşı koruyan ülkücü gençlerle, MİT’in, kontr-gerillanın ve Ülkü Ocakları’nın kapatılmasını talep eden solcu gençler 12 Eylül askerî darbesi ile sürmekte olan büyük oyunun farklı bir sahnesine çekildiler. Senelerce hapiste yatanlar oldu aralarında, kimileri hapiste öldü, kimileri sakat kaldı; psikolojik yaralanmalar cabası. İdam edilenler arasında gencecik çocuklar da eksik değildi. Ülkücü gençlerin kitap okumaya düşkün olanları hapishane yıllarını Medrese-i Yusufiye olarak isimlendirdi ve dört duvar arasını, Hazreti Yusuf’un Mısır zindanlarında yatarken gerçekleştirdiği gibi, olgunlaşma sürecinin bir parçası olarak değerlendirdi. O gençlerden büyük kısmı hapisten çıktığında kendisini “ülkücü” olarak adlandırmıyordu artık. Ya da şöyle: Onlar artık başka türlü ülkücüydüler. Dünyaya ve hayata Müslümanlığın gerektirdiği gibi daha evrensel bakıyorlardı. Eşit vatandaşlık ilkesini savunuyorlardı. Birilerinin varlığını başka bir kesimin varlığına armağan etmesini tabiileştiren söylemleri sorguluyorlardı. Komünist yayılmacılığa karşı savundukları devlet tarafından cezalandırılmışlardı. Dolayısıyla devleti aşırı ölçüde yücelten sloganlarına da mesafe koymuşlardı.

O gençlerden biri, işte, Kızılöz Yaylası’nda yol arkadaşı beş kişi ile birlikte zor bir ölüm sürecini paylaşan Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. Hakan Albayrak önceki gün Yeni Şafak’ta Yazıcıoğlu üzerine şu çarpıcı ayrıntıları yazmış: “Gençliği komünizmle mücadeleye adanmışsa da, Mamak zindanında dünyanın işkencesini görme pahasına mazlum komünistlere sahip çıkmıştı. Hrant Dink’in ardından, ‘Bağrımdaki bütün Mehmetler ağlıyor’ diye şiir yazmıştı.”

Yazıcıoğlu uzun yıllar ismi derin devletle anılarak suçlamalara da maruz kaldı. Fakat o yaşadıklarından ders almayı bilen öğrenci yanıyla, kitlelere kendini anlatmayı başardı.

O, Abdullah Çatlı’nın olamadığı kişiydi. Şeffaflığı seçti. Düzgün yaşamayı, düz yürümeyi savundu. Hayatı bütün zorluklarıyla üstlenmiş oldu böylece.

70’li yılların kutuplaşmalarının yol açtığı yitimlerden ve farklı siyasal çizgilerin 80’li yıllarda başlattığı muhasebeye dönük konuşma ve tartışmalardan yeterince ders almış, kalp gözü açık bir siyasetçi olduğunu düşünürdüm, onunla yapılmış röportajları okurken.

Zor bir ölümle son buldu hayatı; üşümenin içinden geçti, donmayı yaşadı. Bana Azeri şair Hüseyin Cavid’in 40’lı yılların başında İrkutsk’da bulunan çalışma kamplarındaki ölümünü hatırlatan bir ölüm bu. Sibirya, rejime muhalif sayısı belirsiz mahkûmun donarak ölümüne zemin olmuş sürgün beldesi. 80’li yıllarda Cavid’in İrkutsk’taki mezarı Haydar Aliyev’in girişimiyle Bakü’ye getirilmek üzere açıldığında, donmuş ayaklarında hâlâ eşi Meşkinaz Hanım’ın ördüğü çorapların bulunduğu görülmüştü.

Sibirya’daki ölüm kamplarına ait hikâyeler, Anadolu’nun kahramanlığa gönüllü gençlerini esir milletleri kurtarma yollarına düşüren bir etkiye sahipti, 70’lerde. Bu gençler işte o Sibirya mahkûmları yüzünden her zaman daha fazla üşüdüler, hangi mevsimde, hangi iklimde olurlarsa olsunlar.

Helikoptere binmeyi sevmezmiş Yazıcıoğlu. Bir önceki seçimlerde Sivas yöresinde at sırtında dolaşmıştı. Kendi yurdunda, bir dağ başında donarak dünyaya gözlerini kapattı. Düzgün insanın zor hayatı, zor bir ölümle noktalandı.

Bir yanıyla kahramanlar çağından kalma bir kişiydi ya, sevenleri bir mucize olacağı umuduna kapılmışlardı, son ana kadar. Bir mağarada hayata tutunmaya çalışıyor olabilir miydi...

Geride soru işaretleri bırakan bir kaza bu. Aralarında helikopter kazalarının da bulunduğu benzeri hadiseler gibi cevapsız kalmaz akla gelen sorular, ümit ederim.


Cihan Aktaş

0 yorum:

analitik